11 Temmuz 2012 Çarşamba

PİR SULTAN ABDAL ADINA DÜZENLENEN KÜLTÜRSÜZ, BİR KÜLTÜR ETKİNLİĞİ 


        23 – 24 Haziran 2012 tarihinde Yıldızeli’nin Banaz Köyünde, Pir Sultan Abdal Kültür etkinliğine katıldım. Etkinlik, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ile Pir Sultan 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı, Kültür Bakanlığının katkılarıyla düzenlemişti. Pir Sultanın düşüncesini, mücadelesini, yaşamını, kültürünü bir etkinlikle anacaklardı. Ama düşündüğümüz gibi olmadı. Bu kadar içi boş bir etkinlikle, Pir Sultan Abdal’ın anılacağını hiç düşünmemiştim.
      Gittim, gerçekleri gördüm ve yazdım. Ne Pir Sultan Abdal Derneğinin, ne de Pir Sultan 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfının üyesiyim. Pir Sultan Düşüncesini benimseyen ve savunan bir vatandaşım. Her iki kurumun hoşgörüsüne sığınarak gördüklerimi olduğu gibi yazma gereğini duydum. Birçok etkinliğe katıldım, birçok etkinlik gördüm ama böyle plansız, programsız, gündemsiz bir etkinlikle ilk kez karşılaştım. Birinci gün ne yapılacaktı, ikinci günün izlemesi neydi diye bir gündem yoktu. Kısacası kara düzen hazırlanmış, adı büyük, içi boş bir etkinlik. Önce şu kültürü bir görelim, neymiş kültür, ona bir göz atalım.
        “Bir toplumun tarihsel süreç içinde ürettiği ve kuşaktan kuşağa aktardığı her türlü maddi ve manevi özelliklerin bütününe ve bir topluluğun tinsel özelliğini duyuş, düşünüş birliğini oluşturan gelenek durumundaki her türlü yaşayış düşünce ve sanat varlıklarının tümüne kültür denir. Kültür, bir toplumun kimliğini oluşturur, onu diğer toplumlardan farklı kılar. Kültür, toplumun yaşayış ve düşünüş tarzıdır.” Kültürün maddi ve manevi öğeleri arasında sürekli bir etkileşim vardır. Birinde meydana gelen bir değişim diğerini de etkiler. Kültür, toplumun doğal çevresinden, yani coğrafi koşullardan etkilenir. Maddi değişim, manevi değişimi gerçekleştirince, yeni oluşum, yeni gereksinimleri doğurur ve toplum yeniden maddi olanaklar arar. Örneğin, dağlık bölgelerde yaşayan toplumların kültürüyle, verimli ovalarda yaşayan toplumların kültürü birbirinden farklıdır. Pir Sultan Kültürü yani Alevi Kültürü bir dağ kültürüdür. Her toplumun kendine özgü bir kültürü vardır. Kültürler durağan değil, devinim halindedir. Alevi kültürü resmi kültüre karşı oluşmuş tarihsel direnç kültürüdür. Kültürler zaman içinde değişirler ama değişim her toplumun yapısına göre farklıdır. Kültürleri insanlar yaratır ve kültürlerden insanlar etkilenir. PİR SULTAN KÜLTÜR ETKİNLİĞİNDE KİTAP SATIŞI YASAK Kültür etkinliği denilince aklıma, kitaplar gelir, dergiler gelir, kitap stantları gelir. Stantlar açılacak, yazarlar kendi kitaplarını imzalayacaklar, dergiler, gazeteler satılacak, birçok düşünce insanı çağrılacak, sanatsal bilimsel sorunlar tartışılacak, açık oturumlar düzenlenecek diye bilirdim. Bu etkinliğin adı; madem Pir Sultan Abdal Kültür Etkinliğidir, o halde Pir Sultan Abdal’ın felsefesini konu edecekler, düşüncesini, yaşamını ve mücadelesini anlatacaklardı. Ne yazık ki, öyle olmadı. Hep saz çaldılar… Saz dinlettiler… Yirmi yıl önce de böyleydi, bu yıl da böyle oldu. Yirmi yılda değişen gelişen bir şey olmamıştı. Toplantıya katılan halktan birine sorsanız; Pir Sultan Abdal kimdir, mücadelesi, felsefesi nedir? Kimse doğru dürüst yanıtlayamıyordu. Etkinliğe bu amaçla gelen nice insan, bu soru karşısında afallayıp duruyordu. Hatta kıyıda köşede konuştuğumuz bazı vatandaşlara: “Sen Pir Sultan’ın kim olduğunu biliyor musun?”diye sorduk. “Bilmiyorum ama Banazlı olduğunu söylüyorlar. İyi saz çalarmış!” diye yanıtlıyorlardı. Bazıları da, “ Şurada köyü var, evi de harap olmuş fukaranın” diye Banaz’ın yerini bile yanlış gösteriyorlardı. Bu tür derneklerin ve vakıfların yöneticilerine söz söylemek mümkün mü? Tüm bu gerçekleri göz ardı ederler, gününü gün ederler, altmış milyarlık açıklarla yönetimleri birbirlerine devrederler. Gerçi onların iç işlerine karışmak haddimiz değil. Ama duyduklarımızı ve gördüklerimizi yazmak zorundayız. Noam Chomsky toplumu iki katmana ayırır. Seçkinler ve yığınlar. Seçkinler, sürekli yönetimde olmalılar, yığınlar ise, bazen medya aracılığıyla, bazen kuru vaatlerle uyutulmalı ve kendilerini sürekli yönetime seçmelidirler.” Burada olanlar da bundan farklı şeyler değildi. Toplum sazcılarla türkülerle uyutuluyordu. Ama hayat onların bildiklerinden ibaret değildi. Yaptıkları uygulamalarla, yapacakları etkinliklerle, konferanslarla, açık oturumlarla, panellerle toplumu aydınlatmalılar. Toplumlara yön vermek, toplumları geliştirmek, bilinçlendirmek onlara düşer. Çünkü Pir Sultan gibi düşüncesi uğruna başını ipe veren büyük bir ozanın adına görev yapıyorlardı. “Ne yapalım toplum bunlardan hoşlanıyor, bunları seviyor!” demek, sığ bir savunmadır. Böyle örgütlerin toplumsal sorumlulukları vardır. Diğer bir konu: Pir Sultan etkiliğinde her türlü ticaret serbestliği var… İncik boncuk, aktar malzemeleri, ayakkabı, kap kacak, bardak, çanak çömlek, kol saatleri, kemerler, semaverler, tuhafiye eşyaları serbestçe satılıyor, Etkinlik alanının çevresi panayır alanıydı sanki. İstediğini satmakta serbestsin. Ancak kitap ve dergi satmak yasaktır. Kitap satmaya gelince duracaksın orada. Kitap satmayacaksın, kitap imzalamayacaksın. Bu da Pir Sultan Abdal Kültür etkinliklerine özel bir durumdur. Bazı, düzenlenen etkinliklere katıldık. Orada gördüklerimiz, çok farklıydı. Kimi insanlar, politik düşüncelerini yaymak, kimileri inançlarını kabul ettirmek, cemaat kültürünü, tarikat düşüncelerini yaymak, için bin bir çaba gösteriyordu. Ama Pir Sultan Kültür Etkinliğinde kitap tezgâhı açmak, kitap imzalayıp, kitap satmak yasaktır… Tezgâhımızda iki kitabımız var, onları alacaksınız deniyor. Demek vakıf kendi kitaplarının satışını sağlamak için böyle bir kararı almış ama bu durum, kültürel özgürlüğe, Pir Sultan felsefesine hiç yakışmıyor. Gelelim Pir Sultan Kültür etkinliğine. 23 Haziran günü, dernek başkanının coşkulu ve siyasal içerikli konuşmasıyla başladı tören. Sonra sıra sazcılara geldi. Sazını alan gelmişti. Tam yirmi kişiydiler. Söze sıra ne zaman gelecek diye bekledik. Ne mümkün? Yöneticiler de, sazcılardan hoşnut olmalılar ki, yirmi sazcı çağırmışlar, ama bir sözcü çağırmamışlar. Sanki Pir Sultan geleneği sazdan ibaretmiş, Âşıklar ve sazcılar: İşte Pir Sultan Abdal şenlikleri.
         Aynı günün akşamı, saat 18:oo - 21:oo arası “Kadın ve Gençlik” konulu bir söyleşi yapılacağı ve toplantıda Serçeşme Postnişin Veliyettin Ulusoy’un bulunacağını duyduk. Nihayet sıra söze gelmiştir diye çok sevindik. Belki Pir ve Mürşit Veliyettin Ulusoy, güzel fikirler söyler, biz de, oturur dinler, bir şeyler öğreniriz, dedik. Cemevine vardığımızda karşımıza yine sazcılar çıktı. Tam altı sazcı, Veliyettin Ulusoy’un dizinin dibine sıralanmışlar. Demek gündüz hızını alamayan sazcılar soluğu orada almışlardı. Sazcılar tıngırdatmaya başladılar sazlarını… Derken aklıma tavşan ile tilki öyküsü geldi. Tilki, tavşan ile yolda gidiyorlarmış. Yol boyu yürümek sıkıcı gelmiş. Tilki tavşana: “Kardeş demiş, gel seninle sıra türküsü yapalım. Önce, sen sırtıma bin, bir türkü söyle, sonra, ben senin sırtına binerim, bir türkü söylerim, böylece yolculuk sıkıcı gelmez” Tavşan “Olur!” demiş. Tilkinin sırtına binmiş, bir türkü söyledikten sonra inmiş. Sıra tilkiye gelmiş yani. Tilki başlamış “lelelelelle”ye uzadıkça uzamış “lelelele”. Tavşan yorulmuş: “Hadi yeter, bitir şu türküyü de in sırtımdan” demiş. Tilki: ” Daha dur bakalım! Bunun bir de “lolololosu var” demiş. İşte Pir Sultan Kültür etkinliğinde gördüğümüz manzara bundan farklı değildi. Aynı gece saat 21:3o da Pir Sultan Abdal Tiyatrosu ,“Sönmeyen Ateş Sivas” adlı oyunu sahneledi. Ondan sonra sıra söze gelir sanmıştık. Ancak etkinlik, Banaz’daydı, Banaz’la Kültür etkinliğinin yapıldığı alan, iki buçuk üç kilometrelik uzaklıktı. Vakit geceydi. Yol yokuştu. Dönüşü oldukça zordu. Otobüsün kalktığını söylediler, ama nereden, ne zaman kalktığı bildirilmedi. Bu yüzden o etkiliği de göremedik. 24 Haziran günü, belki, sıra söze gelir, diye düşündük. Yine sıra sazcılardaydı. Bazen aynı türkü ikinci kez, bazen üçüncü kez başka bir sanatçının sazında, kırık bir plak gibi yineleniyordu. İnsanlar uyuşmuşlar gibi, aynı türküyü, bıkmadan usanmadan, tekrar tekrar dinliyorlardı. Öyle bir zaman geldi ki, sahneye çıkan sazcıları ve türkücüleri alkışlamaktan vazgeçtiler. Belki avuç içleri şişmişti. Sahneye çıkan ve alkış bekleyen sanatçılar bu kez hayal kırıklığına uğruyorlardı. Kimsenin kendilerini alkışlamadıklarını görünce, kendi kendilerini alkışlayarak, izleyicileri kendilerini alkışlamaya çağırıyorlardı. Ama kimsede alkışlayacak heyecan kalmamıştı. Her şeyin yeri ve zamanı vardı. Her şey yerinde ve zamanında güzeldi. Koca Pir Sultan Kültür Etkinliği sazla başlamış, sazla bitmişti. Pir Sultan Abdal’ın Türk şiirine yaptığı katkı, Pir Sultan’ın savaşımı, idamına yol açan tarihsel olaylar, söylencelere yol açan renkli yaşamı unutulmuştu. BAŞTAN SONA BOZUK BİR ÖRGÜTLEME. Örgütleme bozukluğu otobüse bindiğimiz anda başladı. Otobüste önden geriye doğru sekiz sıra, özellikle boş bırakılmıştı. Belki, bu koltuklar konuklara ayrılmıştır! Pir Sultan Kültür etkinliği yapılıyor, bazı düşün ve sanat insanları gelecekler, Pir Sultan Abdal hakkında düşüncelerini ifade edeceklerini düşünmüştüm. Bu yerler onlara özgü olmalı. Meğer yanılmışım! Sonradan öğrendim ki, bu yerler derneğin yöneticilerine ve ayrıcalıklı üyelerine özgüymüş. Dernekle Vakıf çatışma halindeymiş. Dernek üyeleri kendilerini, konuklardan, vakıf üyelerinden ayrı görüyorlarmış. Oysa koltuklar numaralı değildi, piyasada kiralanmış bir otobüstü. Kimseye numaralı bilet verilmemişti. Bu ayrıcalık niye? Bir anlam veremedik. Dernek üyeleri, konukları ve vakıf üyelerini geriye püskürterek öne geçip oturdular. İkinci olay da ücret konusunda yaşandı. Vakıf yöneticileri bu konuda kararlarının olduğunu ileri sürerek, otobüs ücretlerinin 40 lira, dernek yöneticileri de 20 lira olduğunu ileri sürüyorlardı. İyi ki bu tartışma kısa sürdü. Sonunda anlaşma sağlandı. Vakfın dediği 40 lirada anlaştılar. Ancak parayı dernek yöneticisi topladı. Başıbozukluk burada da bitmedi. Törenin başladığı yerde de devam etti. Gelen konukları “Saldım çayıra, Mevlam kayıra” gibi bir anlayışıyla yalnız bıraktılar. Konukların, nerde yatacakları, nerde yiyecekleri ne zaman nerde buluşacakları önceden bildirilmediği gibi sonradan da bildirilmedi. Yeme içme konusu önemli değildi. Oraya gidenler mutlaka hazırlıklı gitmişlerdi. Ama cebinde parası olmayan yaşlı başlı insanlar da yok değildi. Örneğin, son gün otobüse binip dönerken, yol boyu sıcakta yürüyen İslim köylü bir vatandaşı, şoför acıyarak otobüse almak zorunda kalmıştı. Vatandaş, yanıma oturdu. Hoş beşten sonra bana şunları söyledi. “Geldiğime bin pişman oldum. Beş parasız geldim, İki gündür buradayım bir şey yemeden, köyüme gidiyorum. Eskiden buraya gelenlere lokma dağıtırlardı. Biz de karnımızı onunla doyururduk. Bu yıl öyle olmadı. Tok geldim aç gidiyorum” dedi. PEKİ, RIZA LOKMASI NEYDİ? Birçok insan kurbanlarla gelmişti oraya. Denilebilir ki, her ağacın altında bir kurban kesiliyordu. Bireysel kesilen kurbanların ne amaçla getirildiklerini bilmiyorum. Herhalde, adak diye getirmişlerdir. Kesip etini de yoksullara ve yetimlere yedireceklerini biliyordum. Öyle olmadığını sonra öğrendim. Bu adakların sahipleri, kendileri için kesiyorlarmış. Bir kısmını da hısım akrabalarına yediriyorlarmış. Yani, yoksul ve yetim hakkı yok sayılmıştı. Dernek ile Vakıf tarafından da kurbanlar kesilmiş, lokma dağıtılmıştı. Ama o lokmaya kavuşmak, olası değildi. Bunun için cesaret ve güç gerekti. Mutfağın önüne yığılan kalabalığı görünce, insanlar uzaklaşıyorlardı. Bir tabak pilav için nerdeyse kavga edeceklerdi. İtiş kalkış sonucu, ancak güçlü olanlar, alabiliyordu. Güçsüz zayıf yaşlı, başlı insanların işi değildi. İtiş kakış esnasında yere düşüp ezilmemek için uzaklaşmaktan başka çareleri yoktu. Gücü yeten alıyordu yemeği. Yetmişlik İslim köylü, vatandaşın başaracağı bir iş değildi. Yöneticiler bu işlerle uğraşmıyorlardı. İtibar var, saygı var, hürmet var . Gizli işaretleşmelerle bir yerlerde buluşuyorlar, kurban kavurmasından karınlarını doyuruyorlar, ama İslim Köylü vatandaşın halinden anlamazlar. Oysa Alevi geleneğinde rıza lokması, denilen bir şey vardır. Bir kutsalda, bir cemde, bir tapınakta pişirilen kurbandan; önce açlar, yetimler, yoksullar doyurulur. Demek bu gelenek de unutulmuştu. Bankolarda oturmuş konuşuyorduk. Mutfağın kapısına birikmiş kalabalığı gören bir vatandaş, dernek yöneticisine: “Başkan, yemek yedin mi?”diye sordu. Yönetici, kimsenin duymayacağı bir sesle, utanarak başıyla “Evet” işareti. yaptı; Vatandaş: “İşte bunlar, böyle insanlar. Pilav düşkünüdürler. Konuklardan kaçarlar, önce kendi karınlarını doyururlar. Pilav için başkan olurlar. Bunları da pilav düşkünü insanlar seçerler” deyince, yöneticinin yüzü Ayaş domatesinde beter kızardı. Hiç sesini çıkarmadı. Başını önüne eğmek zorunda kaldı. Oysa güzel bir örgütlenmeyle, insanlar yirmişer, otuzar kişilik gruplar halinde bir yerlerde oturtulur, herkese bir tabak değil, iki tabak pilav verilirdi. İslim köylü vatandaş da, aç kalmazdı. Böylece, Ayaş domatesi gibi kızarmak da olmazdı. Örgütlenme bozukluğu bununla da kalmadı. Akşam olunca insanların kalacağı ve yatacağı yer gerekti. Yıldız Dağ’ından geceleri, sert rüzgâr eser, soğuk olur, üşütür insanı. Dışarıda kalmanın olanağı yok, böyle bir havada dışarıda yatılmazdı. Banaz’a gelenlerin çoğunun tanıdığı vardı, onlar tanıdıklarına gidebilirlerdi. Ya tanıdığı olmayanlar ne yaparlardı? Gecenin belli saatine kadar orada burada dolaştılar. Yöneticileri aradılar. Yöneticileri bulana aşk olsun. Onlar, çoktan varacakları yere varmışlar, mışıl mışıl uykularına dalmışlardı bile… Yabancılar da, sağa sola gittiler, ama boşuna. Sonunda otobüs geldi akıllarına. Varıp otobüsün kapısını çaldılar. Şoför içerde TV izliyormuş. Tık tık çaldılar otobüsün kapısını, “Kim o?” diye sordu şoför. “Biziz” dedi biri “Gidecek, yatacak yerimiz yok, uygun görürseniz otobüste yatmak istiyoruz.” Kapı açıldı. Şoför: Isıtıcının olmadığını, otobüsün içi gece soğuk olur, bu soğuğa ve bu ayaza dayanacaksanız buyurun yatın” deyince “Nasıl olsa dışarıda kalmaktan iyidir.” İçeri geçtiler, İçerisi sıcacık. Isındılar. Gece ilerledikçe otobüsün içi giderek soğumaya başladı. Sabaha dek uyuyamadılar, kimi zaman titrediler, kimi zaman köşeye çekilip büzüştüler, sohbet ettiler, sabah olunca, güneşle birlikte yüzleri güldü, kendilerini dışarı attılar. Güneşte kemikleri ısındı, elektronik sazın sesini duyunca da gece yedikleri soğuğu unuttular… Piknik Alanı mı? Kültür Etkinliği mi? Oraya kültür etkinliğinden ziyade piknik yapmaya gitmişlerdi sanki. Böyle bir izlenim aldım. Yıldız Dağ’ının karşısında, yeşil ormanın içinde, efil efil esen rüzgâra karşı oturmak, vallahi billahi her şeye değerdi. Böyle bir piknik alanı başka yerde zor bulunurdu. Ormanın içinde, ağaçların altında, kimi mangal yakıyor, kimi rakısını birasını içiyor, keyif çatıyordu. Kimileri de ağaçların gölgesine uzanmış Yıldız Dağ’ının serinliliğinde derin bir uykuya yatmıştı. Sahnenin önünde oturan yüzlerce kişi, güneşin kızgın ışıkları altında bunaldıkları yetmiyormuş gibi, bir de mangalların et kokusuyla ve tütsüyle bunaldılar. Ne yazık ki, bir Pir Sultan Abdal Kültür etkinliği böyle başladı böyle bitti.

Hiç yorum yok: