20 Aralık 2019 Cuma

ANAMLI YILLAR


Hasan ÇERÇİOĞLU
“ANAMLI YILLAR”
Zaman ne kadar hızlı geçiyor anacığım. Zaman su gibi akıp gidiyor. Zamanı hiçbir güç durduramıyor. İnsanlar zamanın nasıl geçtiğini bilmezler, tarihin nasıl geçtiğini de, ama ben bilirim, bugün tam on yıl oldu aramızdan ayrılalı.
İlkokulu bitirdiğim yıl babamdan gizli, bir ölçek buğdayı satıp:
“Bu parayı al, git ortaokula yazıl” dediğin günü bugün gibi anımsıyorum, dünyalar benim olmuştu o gün. Ne kadar sevindiğimi bilemezsin. Üstümde başkalarının içlik dediği benim için adı gömlekti, altımda beyaz uzun bir don, yalınayak Akçadağ yoluna düşmüş koşuyordum. Sanki birileri, “Koş Hasan, Güneşe doğru koş, aydınlığa koş” diyordu. Güneş Akçadağ yönünden köyümüze düşerdi. Yolda kaç kez taşlara çarptım tırnağımı, kaç kez çakırdikenleri çizdi ayağımı anımsamıyorum, saymadım bile… Ne kadar ağrılar sızılar yaşadığımı unuttum, ama senin benim için nelere katlandığını hiç unutmadım anacığım.
Ortaokul açıldı, bu kez üstüme giyilecek giysilerin derdine düşmüştük. Çünkü üstüme giyecek ne düzgün bir pantolon, ne de çıplaklığımı örtecek bir giysim vardı?  Beyaz uzun don, beyaz gömlekle de ortaokula gidilmezdi. Okumak zengin işiydi. Kitap kalem defteri boş ver, yenisinden takım elbise gerekti. İlkokulu çarnaçar yalınayak bitirmiştim. O günkü koşullar öyleydi, benim durumumda olanlar çoktu. Yalınayak okula gelen giden yalnız ben değildim. Ama ortaokul öyle değildi. Ortaokula gitmek farklı bir şeydi. Ortaokula herkes gidemezdi. Ortaokula ancak zengin çocukları giderdi. “Fakir fukaranın ne işi var ortaokulda?” diyordu köylüler. Tüm bunları kulak ardı etmiş,
 “Ne pahasına olursa olsun okuyacağım, takım elbise şart değil, yeter ki ayıplı yerlerimi örten bir şeyler olsun, eski bir pantolon, eski bir gömlekle de giderim” diye diretmiştim. Ama onlar da yoktu. Bunları iyi kötü yine sen bir araya getirmiştin anımsıyor musun? Kimisinden eski pantolon, kimisinden eski gömlek, bir de topuğu yırtık bir Ankara lastiğini sen temin etmiştin, sonra sağdan soldan ikinci el kitapları bir araya getirmiş, eksiklerimi öyle tamamlamıştık anımsıyor musun? İşte bu şartlarda ortaokula başlamıştım. Her sabah yedi sekiz kilometrelik yolu dağdan inerek, her akşam aynı yolu teperek dağa çıkarak eve dönerdim. Derslerime akşam okuldan gelirken, sabah okula giderken yolda yürürken hazırlanırdım. Çünkü ev kiralayacak paramız yoktu. Kış gelip çatmıştı, eski püskü Ankara lastiği giyilmeyecek duruma gelmiş, parçalanmış, giyilecek bir yanı kalmamıştı. Babam iyi bir çarık ustasıydı. O kış babam, öküz derisinden ayakkabıyı aratmayacak bana enfes bir çarık dikmişti. Kışın çarıkla okula giderdim. Bizim dağlarda kar diz boyu, gelip gitmek zor olurdu. Bir gün kurda kuşa yem olmaktansa, üç dört aylığına dört arkadaş bir araya gelmiş, okula yakın bir yerde, sahipsiz bir ahırı temizlemiş, kışı o ahırda geçirmiştik. Bunları dün olmuş gibi anımsıyorum güzel anacığım. Ama senin gözün kulağın her zaman bende olurdu. Bazen çok kar yağardı hafta sonları köye gelemezdik. Yine babamla kavga dövüş eder, bir haftalık yiyeceğimiz mayalı ekmeği çıkınlar, kar kış dinlemeyen babamı bize yollardın. Sırtına yüklediği meşe odunlarıyla babam karı tepeleye tepeleye dağdan iner, kaldığımız ahırın kapısında yükünü indirirdi. Babamın bu iyiliklerini de hiç unutmadım.  Bir de unutmadığım başka bir şey daha var. Akçadağ’ın haylaz çocukları ile okula gelir giderken karşılaştığım köylüler beni gördüklerinde “Çocuğa bak, çarıkla ortaokula gidiyor” der bana güler, beni horlarlardı. Ama ben onların söylediklerini hiç ciddiye almıyor, dersime çalışıyor, bir an önce okulu bitirip yatılı bir okula kapağı atmaya çalışıyordum.
Unutamadığım çok şey var. Hani her cumartesi okuldan eve döner, pazar günleri okula döneceğim zaman bir haftalık mayalı ekmeği çıkınlar, koynundan bilmem kaç kez kördüğüm ettiğin bir beze sarılı o yirmi beş kuruşu uzatıp “Al bunu kendine harçlık yaparsın” diyen o mahcup yüzünü, o tatlı dilini, o bereketli elini hiç unutmadım.
O gün çıktığım yol, zor, çetin, dolambaçlı riskli ve dumanlı bir yoldu. Geri dönüşü olmayan bir yoldu. Bir kez çıkmıştım yola, hedefim büyüktü. Bizim köy dağlık bir köydü. Katırlar bile zor çıkardı. Yoldan gelirken gözüm hep yukarılardaydı. Yüksek dağlara bakar, dağların zirvesine çıkmayı hedeflerdim. Gün geldi ortaokulu iyi dereceyle bitirdim.
Anacığım, Diyarbakır Öğretmen okulunu kazandığım günü hiç unutmadım. Yazılı sınavı kazanmıştım ama sözlü sınav için Diyarbakır’a gitmem gerekiyordu. Yer bakır gök bakır, elde beş para yok, ne yapmam gerekiyordu şimdi? Beş keçimiz, bir eşeğimiz, bir çift öküzümüz vardı, tüm malımız bundan ibaretti.  Öküz satılmazdı, emeğimizdi, direğimizdi. Öküz emeğine bakıyordu tüm aile efradı. Ekmeğimiz, aşımız öküzün emeğiydi. Yalnız ben değildim, öküz emeğiyle geçinen, benim dışımda dört kardeşim daha vardı. Bir evlek tarlamız yoktu. Öküz satılsa ortakçılık yapılmazdı. Öküzü olmayana kim tarlasını verirdi? Eşek de satılmazdı, o da  yükümüzü taşıyordu. Böylece sıra keçilere gelmişti. “Keçileri sat, oğlan gitsin hayatını kurtarsın” diyor diretiyordun. Babam karşı çıkıyordu:
“Satamam, çocukların boğazı kurur, yaz günü bir kaşık ayrana hasret mi kalacağız.”
“Ayran olmasa su içeriz keçileri sat!” diyordun.
“Satmam” diyordu babam, derken bir kavga başlamıştı evde. Gözlerimizin önünde babam seni çok kötü dövmüştü. Elbette babama söylenecek bir çift sözümüz vardı ama kavga büyümesin demiştik. Bir de boynum büküktü babamın karşısında… Ne de olsa babamdı.
 Sen de biliyorsun ki babam okumamızı pek istemezdi. Bizim bir an önce ev ekonomisine katılmamızı, ya bir inşaatta çalışmak, ya da birinin davarını sığırını gütmemizi istiyordu.   İşte o anı hiç unutmadım anacığım. Benim yüzümden babamdan dayak yemiştin. Ertesi gün babam beş keçinin, üçünü 25 liraya satmış, parasını getirip bana vermişti. O parayla Diyarbakır’a sözlü sınavına gitmiş, sınavı kazanıp dönmüştüm.
Elbette söylenecek konuşulacak çok şeyimiz vardı, lakin söylenecek her kelime, her konuşma içimizde bir yara açmıştı.  Konuşsak yaralarımızı deşmiş oluyorduk. Hayat var olduğu sürece umut da vardır demiş yola devam etmiştim. Umudumun ve kurtuluşumun okumada olduğunu biliyordum. Umudumu yitirmeden tüm hızımla yoluma devam ettim.
“İnsan dediğin denize benzer derin yerleri de, sığ yerleri de olur” demiş büyüklerimiz. Kimi zaman derin yerlere rastladım ama boğulmadım,  kimi zaman sığ yerlerde yüzdüm. Sonunda öğretmen olmuştum. Artık ayaklarımın üzerinde duruyordum, hatta dışardan lise bitirmelerine başlamıştım bile. Diğer taraftan Türkiye Öğretmenler Sendikası’na üye olmuştum. 15 Aralık 1969’da TÖS’ün başlattığı dört günlük Büyük Öğretmen Boykotuna katılmıştım. “Vay! Sen misin Öğretmen Boykotuna katılan! Birkaç suç daha ekleyip beni öğretmenlikten temelli ihraç etmezler mi?”
Sevgili anacığım, o gün  seni ne kadar üzdüğümü ancak ben bilirim. Yıllarca özveride bulunup yememiş içmemiş bana yardım etmiştin. Oğlum öğretmen olacak diye benimle gurur duymuştun. Ya ben ne yapmıştım? Senin özverini, tüm emeklerini boşa çıkarmıştım.
“Emey, oğlanın uğruna bir sürü fedakârlık etti, onun uğruna elin danasını sıpasını güttü. Bak sen şu oğlanın yaptığına…Çarıkla okudu, öğretmen oldu haline şükretmiyor, kalkıp hökümetle uğraşıyor. Ula oğlum hökümetle uğraşmak senin neyine? Rahatlık mı  dürttü, aha öğretmenlikten de attılar seni,  şimdi ne halt edeceksin?” dedikleri zaman kim bilir ne kadar üzülmüştün. Oysa üzülecek ne vardı ki? Hayat devam ediyordu.
Anımsıyor musun anacığım? Hayatta gel git kapımızın önünde tek bir dikili iğde ağacımız vardı.  O iğde ağacının gölgesinde bir yaz günü oturmuş dertleşmiştik: sen ve ben, ikimizdik. Sen bana baktıkça iç çekip  ağlıyordun. 
 “Aklına hiçbir şey getirme anacığım, üzülecek  ne var ki? Gün gelecek her şey düzelecek, güzel günler göreceksin. Benim kafam çalışıyor, artık büyüdüm, iyiyi kötüyü birbirinden ayırıyorum. Sen bakma onun bunun lafına, bugün böyle olur, yarın başka türlü olur. Dün nasıl çalışarak okuduysam, bugün de gider sırtımla taş taşırım seni başkasına muhtaç etmem, bu hükümete de boyun eğmem, hem çalışır hem daha yükseğini okur, bu hükümeti de, sana laf sokanları da utandırırım. Umutsuzluğa sakın kapılma” demiştim. O gün söylediklerim dün gibi aklımda.
Unutmadığım bir şey daha var anacığım. Malatya’da Ören Köyü’nden Süleyman’la Haşhaş gazetesini çıkarıyorduk. Bir gün hani Ören Köyü’nün ağası Alıgıro vardı ya, onunla karşılaştım. Bana ne dese ki iyi!
“Ula Çarçini oğlu, senin baban onun bunun davarını nahırını güderdi. Sen çarıkla okuduğun günleri unuttun mu? Şimdi kalkmış hökümetle uğraşıyorsun?”
“Sen bu işlerden ne anlarsın? Sen rakı içmene bak, sen ancak rakı içmeden anlarsın, başka bir şeyden anlamazsın” demiş oradan ayrılmıştım. 
Evet, anlatacak daha çok şeyim var. Unutamadığım daha çok şey var demiştim. Lise sınavlarını başarıyla bitirmiş, Gazi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümüne girmiştim. Benim için fırtınalı günler bir kez daha başlamıştı. 12 Mart Muhtırası verilmiş, balyoz tepemize inmişti. Sen köyde, ben Ankara’daydım. Yine başıma geleceklerden korkuyor,  benim için endişeleniyordun. “Malatya’da fellik fellik seni arıyorlar, sakın Malatya civarına ayak basmayasın” diye bana haberler gelmeye başlamıştı. İyi kötü bir iş bulmuş kimseye çaktırmadan işime gelip gidiyordum. Ama Ankara’nın üstüne bir kâbus çökmüştü, kimse sokağa çıkamıyordu. Yakaladıklarını derdest edip içeri atıyorlar, yakalayamadıklarını da kaçarken sırtından vuruyorlardı. Ben de ortalıkta görünmüyor, gündüz çalışıyor gece okuyordum. Her an başıma bir şey gelecek diye kâbuslar görüyordum. Bir gün haberi geldi: Köydeki evimizi siviller basmış, ne kadar kitabım varsa torbalara doldurmuşlar. Kardeşim İbrahim’in sırtına yüklemiş doğru karakola götürmüşler.
Bu olaydan birkaç ay önce Deniz Gezmişlerin savunmasını köyde bırakmıştım, o savunmayı polislerden kaçırıp gizlediğini duyunca senin ne kadar gözü kara olduğunu bir kere daha anlamış ve seninle yine gurur duymuştum. Başka bir gün ise terörist arıyoruz diye 300 askerle köyümüzün basıldığı haberini almıştım. O zamanlar sıkıyönetimden kaçanlar bizim o yörelere sığınıyorlardı. Bunlardan birisi de gençlik hareketi önderlerinden, bize sosyalizmin alfabesini öğreten Vahap’tı.  Müfreze köyü bastığı zaman Vahap saklanmak için kapımıza geldiğinde büyük bir cesaret ve fedakârlıkla Vahap’a kapımızı açtığını, onu gizlediğini ve müfrezeden kıl payı kurtardığını işitince cesaretine bir kez daha hayran kalmıştım. Dünyada eşi menendi bulunmayan anacığım, seninle o gün ne kadar gurur duyduğumu bilemezsin.
Unutmadığım başka bir şey daha var. Sıkıyönetimin cadı avına çıktığı gündü. Uçan kuştan kaçan tavşandan kuşkulandığı günlerdi. THKO liderlerinden Sinan Cemgil bir arkadaşıyla köyümüze uğramıştı. Karlı kışlı bir geceyi bizim mahallede geçirmişlerdi. O gün tüm mahallelinin ağzına kilit vurulmuş gibi ses çıkarmamış Sinan’ı o gece konuk etmiş, güzelce ağırlamışlardı. O gün de mahallelinin, Sinan Cemgil’e göstermiş olduğu konukseverliğe ve devrimci bakışlarına hayran kalmış hepinizle gurur duymuştum.
Bana gelince, anacığım, 4 yıl Akçadağ Malatya dolaylarına uğrayamadığımı sen de benim kadar iyi hatırlarsın. Sesimi soluğumu kesmiş işime devam ediyordum. İşte bu koşullarda hem çalışmış hem okumuş inşaat mühendisi olmuştum. Peki diyeceksin ki sana mühendislik yaptırdılar mı? Hayır,  onu da yaptırmadılar. 12 Mart’ın yaraları soğumamıştı, bu kez 1980 12 Eylül darbesi gelmişti. Oldum olası Eylül ayı ile Cuma günlerini sevmem. Çünkü bir Cuma sabahı gelmişti 12 Eylül. Herkesin yüreğine korku salan acı işkence dolu bir darbeydi 12 Eylül darbesi. Ülkemiz aydınları devrimcileri solcuları kuş gibi avlanıp ya vurulmuş, ya da içeri atılmıştı.
Her an başımıza bir çorap örerler mi diye korku içindeydik. Sonra da korktuğum başıma gelmişti. O zaman İnşaat Mühendisleri Odası yönetim kurulundaydım. TMMOB hakkında dava açılmıştı. İnşaat Mühendisleri Odası da TMMOB’ye bağlıydı. Dava açılanlar arasında ben de vardım. Birkaç kez Mamak Askeri Mahkemesine gidip ifade verdik. İki yıl sürdü yargılanmamız, sonrasında beraat etmiştik. O gün bu haberi sana verdiğim zaman bir oh çekmiş derin bir nefes almıştın. Sonra sakıncalıyım diye Devlet kurumlarında çalıştırılmadım. Kendi yeteneğimle, kendi becerimle tam 43 yıl mühendislik yaptım. Genellikle özel sektörde çalışarak mühendislik görevimi yerine getirdim. On yıl öncesine kadar beraberdik, bunları sen de biliyorsun ve tanığısın güzel anacığım. Utanmasını bilenlere iyi bir ders vermiştim, utandırmıştım… Elbet utanmasını bilenlere… Utanmasını bilmeyenlere ne söylenir ki?  Bu arada üç roman yazdım, bir diğeri yayında. Her romanımda sen varsın, yaşadıklarımız var. Yoksulluğu acıyı, işkenceyi, zulmü yazdım. Anımsıyor musun anacığım, senin adını yaşatmak için torununa Emine Ceren adını koymuştum. Emine Ceren adına yakışanı yaptı. Son makalesini yazdı, yakında Doçent olacak. Torunun Berdan uluslararasında tanınan iyi bir tasarımcı oldu. Şimdi bir Fransız firmasıyla çalışıyor.
 Bugün 20 Aralık 2019, bizden ayrıldığın gün. İnan seni hiç unutmadık. Zaman zaman seni üzdüğümü biliyorum. O dönem öyle bir dönemdi. Tüm ülkede bir fırtına kopmuştu. Sistemin altını üstüne getirmişlerdi. Halen o fırtınanın acılarını yaşıyoruz. Bitmedi acılar devam ediyor… Diyebilirim ki, sadece sen değil, birçok ana senin yaşadıklarının belki daha ağırlarını yaşadılar. Biliyorum zaman zaman bilmeyerek, elimde olmayan nedenlerle seni üzdüm, beni affetmeni istiyorum, fedakâr anacığım, bize karşı yaptığın fedakârlıklara karşı seni hiçbir zaman unutmadık unutmayacağız. Hemen her gün, her an yanımızdasın, bizimlesin, bizimle yaşıyorsun sevgili anacığım...

Hiç yorum yok: