Hasan
ÇERÇİOĞLU
“ANAMLI
YILLAR”
Zaman ne kadar hızlı geçiyor anacığım. Zaman su gibi akıp
gidiyor. Zamanı hiçbir güç durduramıyor. İnsanlar zamanın nasıl geçtiğini bilmezler,
tarihin nasıl geçtiğini de, ama ben bilirim, bugün tam on yıl oldu aramızdan ayrılalı.
İlkokulu bitirdiğim yıl babamdan gizli, bir ölçek buğdayı
satıp:
“Bu parayı al, git ortaokula yazıl” dediğin günü bugün gibi
anımsıyorum, dünyalar benim olmuştu o gün. Ne kadar sevindiğimi bilemezsin. Üstümde
başkalarının içlik dediği benim için adı gömlekti, altımda beyaz uzun bir don, yalınayak
Akçadağ yoluna düşmüş koşuyordum. Sanki birileri, “Koş Hasan, Güneşe doğru koş,
aydınlığa koş” diyordu. Güneş Akçadağ yönünden köyümüze düşerdi. Yolda kaç kez
taşlara çarptım tırnağımı, kaç kez çakırdikenleri çizdi ayağımı anımsamıyorum,
saymadım bile… Ne kadar ağrılar sızılar yaşadığımı unuttum, ama senin benim
için nelere katlandığını hiç unutmadım anacığım.
Ortaokul açıldı, bu kez üstüme giyilecek giysilerin derdine
düşmüştük. Çünkü üstüme giyecek ne düzgün bir pantolon, ne de çıplaklığımı örtecek
bir giysim vardı? Beyaz uzun don, beyaz gömlekle de ortaokula gidilmezdi.
Okumak zengin işiydi. Kitap kalem defteri boş ver, yenisinden takım elbise
gerekti. İlkokulu çarnaçar yalınayak bitirmiştim. O günkü koşullar öyleydi,
benim durumumda olanlar çoktu. Yalınayak okula gelen giden yalnız ben değildim.
Ama ortaokul öyle değildi. Ortaokula gitmek farklı bir şeydi. Ortaokula herkes
gidemezdi. Ortaokula ancak zengin çocukları giderdi. “Fakir fukaranın ne işi
var ortaokulda?” diyordu köylüler. Tüm bunları kulak ardı etmiş,
“Ne pahasına olursa
olsun okuyacağım, takım elbise şart değil, yeter ki ayıplı yerlerimi örten bir
şeyler olsun, eski bir pantolon, eski bir gömlekle de giderim” diye diretmiştim.
Ama onlar da yoktu. Bunları iyi kötü yine sen bir araya getirmiştin anımsıyor
musun? Kimisinden eski pantolon, kimisinden eski gömlek, bir de topuğu yırtık
bir Ankara lastiğini sen temin etmiştin, sonra sağdan soldan ikinci el
kitapları bir araya getirmiş, eksiklerimi öyle tamamlamıştık anımsıyor musun?
İşte bu şartlarda ortaokula başlamıştım. Her sabah yedi sekiz kilometrelik yolu
dağdan inerek, her akşam aynı yolu teperek dağa çıkarak eve dönerdim.
Derslerime akşam okuldan gelirken, sabah okula giderken yolda yürürken
hazırlanırdım. Çünkü ev kiralayacak paramız yoktu. Kış gelip çatmıştı, eski
püskü Ankara lastiği giyilmeyecek duruma gelmiş, parçalanmış, giyilecek bir
yanı kalmamıştı. Babam iyi bir çarık ustasıydı. O kış babam, öküz derisinden
ayakkabıyı aratmayacak bana enfes bir çarık dikmişti. Kışın çarıkla okula
giderdim. Bizim dağlarda kar diz boyu, gelip gitmek zor olurdu. Bir gün kurda
kuşa yem olmaktansa, üç dört aylığına dört arkadaş bir araya gelmiş, okula
yakın bir yerde, sahipsiz bir ahırı temizlemiş, kışı o ahırda geçirmiştik.
Bunları dün olmuş gibi anımsıyorum güzel anacığım. Ama senin gözün kulağın her
zaman bende olurdu. Bazen çok kar yağardı hafta sonları köye gelemezdik. Yine
babamla kavga dövüş eder, bir haftalık yiyeceğimiz mayalı ekmeği çıkınlar, kar
kış dinlemeyen babamı bize yollardın. Sırtına yüklediği meşe odunlarıyla babam
karı tepeleye tepeleye dağdan iner, kaldığımız ahırın kapısında yükünü
indirirdi. Babamın bu iyiliklerini de hiç unutmadım. Bir de unutmadığım başka bir şey daha var.
Akçadağ’ın haylaz çocukları ile okula gelir giderken karşılaştığım köylüler
beni gördüklerinde “Çocuğa bak, çarıkla ortaokula gidiyor” der bana güler, beni
horlarlardı. Ama ben onların söylediklerini hiç ciddiye almıyor, dersime çalışıyor,
bir an önce okulu bitirip yatılı bir okula kapağı atmaya çalışıyordum.
Unutamadığım çok şey var. Hani her cumartesi okuldan eve
döner, pazar günleri okula döneceğim zaman bir haftalık mayalı ekmeği çıkınlar,
koynundan bilmem kaç kez kördüğüm ettiğin bir beze sarılı o yirmi beş kuruşu
uzatıp “Al bunu kendine harçlık yaparsın” diyen o mahcup yüzünü, o tatlı
dilini, o bereketli elini hiç unutmadım.
O gün çıktığım yol, zor, çetin, dolambaçlı riskli ve
dumanlı bir yoldu. Geri dönüşü olmayan bir yoldu. Bir kez çıkmıştım yola,
hedefim büyüktü. Bizim köy dağlık bir köydü. Katırlar bile zor çıkardı. Yoldan
gelirken gözüm hep yukarılardaydı. Yüksek dağlara bakar, dağların zirvesine
çıkmayı hedeflerdim. Gün geldi ortaokulu iyi dereceyle bitirdim.
Anacığım, Diyarbakır Öğretmen okulunu kazandığım günü hiç
unutmadım. Yazılı sınavı kazanmıştım ama sözlü sınav için Diyarbakır’a gitmem
gerekiyordu. Yer bakır gök bakır, elde beş para yok, ne yapmam gerekiyordu
şimdi? Beş keçimiz, bir eşeğimiz, bir çift öküzümüz vardı, tüm malımız bundan
ibaretti. Öküz satılmazdı, emeğimizdi, direğimizdi. Öküz emeğine
bakıyordu tüm aile efradı. Ekmeğimiz, aşımız öküzün emeğiydi. Yalnız ben
değildim, öküz emeğiyle geçinen, benim dışımda dört kardeşim daha vardı. Bir
evlek tarlamız yoktu. Öküz satılsa ortakçılık yapılmazdı. Öküzü olmayana kim
tarlasını verirdi? Eşek de satılmazdı, o da yükümüzü taşıyordu. Böylece sıra
keçilere gelmişti. “Keçileri sat, oğlan gitsin hayatını kurtarsın” diyor diretiyordun.
Babam karşı çıkıyordu:
“Satamam, çocukların boğazı kurur, yaz günü bir kaşık
ayrana hasret mi kalacağız.”
“Ayran olmasa su içeriz keçileri sat!” diyordun.
“Satmam” diyordu babam, derken bir kavga başlamıştı evde.
Gözlerimizin önünde babam seni çok kötü dövmüştü. Elbette babama söylenecek bir
çift sözümüz vardı ama kavga büyümesin demiştik. Bir de boynum büküktü babamın
karşısında… Ne de olsa babamdı.
Sen de biliyorsun ki
babam okumamızı pek istemezdi. Bizim bir an önce ev ekonomisine katılmamızı, ya
bir inşaatta çalışmak, ya da birinin davarını sığırını gütmemizi istiyordu. İşte o
anı hiç unutmadım anacığım. Benim yüzümden babamdan dayak yemiştin. Ertesi gün
babam beş keçinin, üçünü 25 liraya satmış, parasını getirip bana vermişti. O
parayla Diyarbakır’a sözlü sınavına gitmiş, sınavı kazanıp dönmüştüm.
Elbette söylenecek konuşulacak çok şeyimiz vardı, lakin söylenecek
her kelime, her konuşma içimizde bir yara açmıştı. Konuşsak yaralarımızı
deşmiş oluyorduk. Hayat var olduğu sürece umut da vardır demiş yola devam etmiştim.
Umudumun ve kurtuluşumun okumada olduğunu biliyordum. Umudumu yitirmeden tüm
hızımla yoluma devam ettim.
“İnsan dediğin denize benzer derin yerleri de, sığ yerleri
de olur” demiş büyüklerimiz. Kimi zaman derin yerlere rastladım ama boğulmadım,
kimi zaman sığ yerlerde yüzdüm. Sonunda öğretmen olmuştum. Artık ayaklarımın
üzerinde duruyordum, hatta dışardan lise bitirmelerine başlamıştım bile. Diğer
taraftan Türkiye Öğretmenler Sendikası’na üye olmuştum. 15 Aralık
1969’da TÖS’ün başlattığı dört günlük Büyük Öğretmen Boykotuna katılmıştım. “Vay!
Sen misin Öğretmen Boykotuna katılan! Birkaç suç daha ekleyip beni
öğretmenlikten temelli ihraç etmezler mi?”
Sevgili anacığım, o gün seni ne kadar üzdüğümü ancak
ben bilirim. Yıllarca özveride bulunup yememiş içmemiş bana yardım etmiştin.
Oğlum öğretmen olacak diye benimle gurur duymuştun. Ya ben ne yapmıştım? Senin
özverini, tüm emeklerini boşa çıkarmıştım.
“Emey, oğlanın uğruna bir sürü fedakârlık etti, onun uğruna elin
danasını sıpasını güttü. Bak sen şu oğlanın yaptığına…Çarıkla okudu, öğretmen
oldu haline şükretmiyor, kalkıp hökümetle uğraşıyor. Ula oğlum hökümetle
uğraşmak senin neyine? Rahatlık mı dürttü, aha öğretmenlikten de attılar
seni, şimdi ne halt edeceksin?”
dedikleri zaman kim bilir ne kadar üzülmüştün. Oysa üzülecek ne vardı ki? Hayat
devam ediyordu.
Anımsıyor musun anacığım? Hayatta gel git kapımızın önünde tek
bir dikili iğde ağacımız vardı. O iğde ağacının gölgesinde bir yaz günü oturmuş
dertleşmiştik: sen ve ben, ikimizdik. Sen bana baktıkça iç çekip
ağlıyordun.
“Aklına hiçbir şey getirme anacığım, üzülecek
ne var ki? Gün gelecek her şey düzelecek, güzel günler göreceksin. Benim kafam
çalışıyor, artık büyüdüm, iyiyi kötüyü birbirinden ayırıyorum. Sen bakma onun
bunun lafına, bugün böyle olur, yarın başka türlü olur. Dün nasıl çalışarak
okuduysam, bugün de gider sırtımla taş taşırım seni başkasına muhtaç etmem, bu
hükümete de boyun eğmem, hem çalışır hem daha yükseğini okur, bu hükümeti
de, sana laf sokanları da utandırırım. Umutsuzluğa sakın kapılma” demiştim. O
gün söylediklerim dün gibi aklımda.
Unutmadığım bir şey daha var anacığım. Malatya’da Ören
Köyü’nden Süleyman’la Haşhaş gazetesini çıkarıyorduk. Bir gün hani Ören Köyü’nün
ağası Alıgıro vardı ya, onunla karşılaştım. Bana ne dese ki iyi!
“Ula Çarçini oğlu, senin baban onun bunun davarını nahırını
güderdi. Sen çarıkla okuduğun günleri unuttun mu? Şimdi kalkmış hökümetle
uğraşıyorsun?”
“Sen bu işlerden ne anlarsın? Sen rakı içmene bak, sen ancak
rakı içmeden anlarsın, başka bir şeyden anlamazsın” demiş oradan
ayrılmıştım.
Evet, anlatacak daha çok şeyim var. Unutamadığım daha çok şey var
demiştim. Lise sınavlarını başarıyla bitirmiş, Gazi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği
bölümüne girmiştim. Benim için fırtınalı günler bir kez daha başlamıştı. 12
Mart Muhtırası verilmiş, balyoz tepemize inmişti. Sen köyde, ben Ankara’daydım.
Yine başıma geleceklerden korkuyor,
benim için endişeleniyordun. “Malatya’da fellik fellik seni arıyorlar,
sakın Malatya civarına ayak basmayasın” diye bana haberler gelmeye başlamıştı.
İyi kötü bir iş bulmuş kimseye çaktırmadan işime gelip gidiyordum. Ama Ankara’nın
üstüne bir kâbus çökmüştü, kimse sokağa çıkamıyordu. Yakaladıklarını derdest
edip içeri atıyorlar, yakalayamadıklarını da kaçarken sırtından vuruyorlardı. Ben
de ortalıkta görünmüyor, gündüz çalışıyor gece okuyordum. Her an başıma bir şey
gelecek diye kâbuslar görüyordum. Bir gün haberi geldi: Köydeki evimizi
siviller basmış, ne kadar kitabım varsa torbalara doldurmuşlar. Kardeşim
İbrahim’in sırtına yüklemiş doğru karakola götürmüşler.
Bu olaydan birkaç ay önce Deniz Gezmişlerin savunmasını köyde bırakmıştım,
o savunmayı polislerden kaçırıp gizlediğini duyunca senin ne kadar gözü kara
olduğunu bir kere daha anlamış ve seninle yine gurur duymuştum. Başka bir gün ise
terörist arıyoruz diye 300 askerle köyümüzün basıldığı haberini almıştım. O
zamanlar sıkıyönetimden kaçanlar bizim o yörelere sığınıyorlardı. Bunlardan
birisi de gençlik hareketi önderlerinden, bize sosyalizmin alfabesini öğreten
Vahap’tı. Müfreze köyü bastığı zaman Vahap
saklanmak için kapımıza geldiğinde büyük bir cesaret ve fedakârlıkla Vahap’a kapımızı
açtığını, onu gizlediğini ve müfrezeden kıl payı kurtardığını işitince
cesaretine bir kez daha hayran kalmıştım. Dünyada eşi menendi bulunmayan
anacığım, seninle o gün ne kadar gurur duyduğumu bilemezsin.
Unutmadığım başka bir şey daha var. Sıkıyönetimin cadı avına
çıktığı gündü. Uçan kuştan kaçan tavşandan kuşkulandığı günlerdi. THKO
liderlerinden Sinan Cemgil bir arkadaşıyla köyümüze uğramıştı. Karlı kışlı bir
geceyi bizim mahallede geçirmişlerdi. O gün tüm mahallelinin ağzına kilit
vurulmuş gibi ses çıkarmamış Sinan’ı o gece konuk etmiş, güzelce ağırlamışlardı.
O gün de mahallelinin, Sinan Cemgil’e göstermiş olduğu konukseverliğe ve
devrimci bakışlarına hayran kalmış hepinizle gurur duymuştum.
Bana gelince, anacığım, 4 yıl Akçadağ Malatya dolaylarına uğrayamadığımı
sen de benim kadar iyi hatırlarsın. Sesimi soluğumu kesmiş işime devam ediyordum.
İşte bu koşullarda hem çalışmış hem okumuş inşaat mühendisi olmuştum. Peki diyeceksin
ki sana mühendislik yaptırdılar mı? Hayır, onu da yaptırmadılar. 12 Mart’ın
yaraları soğumamıştı, bu kez 1980 12 Eylül darbesi gelmişti. Oldum olası Eylül
ayı ile Cuma günlerini sevmem. Çünkü bir Cuma sabahı gelmişti 12 Eylül.
Herkesin yüreğine korku salan acı işkence dolu bir darbeydi 12 Eylül darbesi.
Ülkemiz aydınları devrimcileri solcuları kuş gibi avlanıp ya vurulmuş, ya da
içeri atılmıştı.
Her an başımıza bir çorap örerler mi diye korku içindeydik. Sonra
da korktuğum başıma gelmişti. O zaman İnşaat Mühendisleri Odası yönetim
kurulundaydım. TMMOB hakkında dava açılmıştı. İnşaat Mühendisleri Odası da
TMMOB’ye bağlıydı. Dava açılanlar arasında ben de vardım. Birkaç kez Mamak
Askeri Mahkemesine gidip ifade verdik. İki yıl sürdü yargılanmamız, sonrasında beraat
etmiştik. O gün bu haberi sana verdiğim zaman bir oh çekmiş derin bir nefes
almıştın. Sonra sakıncalıyım diye Devlet kurumlarında çalıştırılmadım. Kendi
yeteneğimle, kendi becerimle tam 43 yıl mühendislik yaptım. Genellikle özel
sektörde çalışarak mühendislik görevimi yerine getirdim. On yıl öncesine kadar
beraberdik, bunları sen de biliyorsun ve tanığısın güzel anacığım. Utanmasını
bilenlere iyi bir ders vermiştim, utandırmıştım… Elbet utanmasını bilenlere… Utanmasını
bilmeyenlere ne söylenir ki? Bu arada üç
roman yazdım, bir diğeri yayında. Her romanımda sen varsın, yaşadıklarımız var.
Yoksulluğu acıyı, işkenceyi, zulmü yazdım. Anımsıyor musun anacığım, senin
adını yaşatmak için torununa Emine Ceren adını koymuştum. Emine Ceren adına
yakışanı yaptı. Son makalesini yazdı, yakında Doçent olacak. Torunun Berdan
uluslararasında tanınan iyi bir tasarımcı oldu. Şimdi bir Fransız firmasıyla
çalışıyor.
Bugün 20
Aralık 2019, bizden ayrıldığın gün. İnan seni hiç unutmadık. Zaman zaman seni
üzdüğümü biliyorum. O dönem öyle bir dönemdi. Tüm ülkede bir fırtına kopmuştu. Sistemin
altını üstüne getirmişlerdi. Halen o fırtınanın acılarını yaşıyoruz. Bitmedi
acılar devam ediyor… Diyebilirim ki, sadece sen değil, birçok ana senin yaşadıklarının
belki daha ağırlarını yaşadılar. Biliyorum zaman zaman bilmeyerek, elimde
olmayan nedenlerle seni üzdüm, beni affetmeni istiyorum, fedakâr anacığım, bize
karşı yaptığın fedakârlıklara karşı seni hiçbir zaman unutmadık unutmayacağız.
Hemen her gün, her an yanımızdasın, bizimlesin, bizimle yaşıyorsun sevgili
anacığım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder