17 Temmuz 2025 Perşembe

 

 

 TANRI, GÜÇ VE SAVAŞ – MODERN ZAMANLARIN ELEŞTİRİSİ

Hani insanlık sürekli daha iyiye, daha güzele, daha mutlu bir çağa doğru ilerleyecekti?

Hani dünyada savaşların olmadığı, sömürgeciliğin kalktığı, açlığın, yoksulluğun silindiği bir yeryüzü cenneti kurulacaktı?

Hani bilim, felsefe, siyaset ve sanat, büyük insanlığın düşlerini uzak yıldızlara taşıyacaktı?

Nâzım Hikmet’in dizelerinde sorduğu gibi:

“Kendi kendimizle yarıştaydık,
Ya ölü yıldızlara hayatı götürecektik,
Ya dünyamıza inecekti ölüm.”

Oluyordu... Olduramadık.
Bu seferlik başaramadık.
Olsun — ilk yenilgimiz değil ki! Yeter ki sonuncusu olsun!

Afrikalı düşünür Jomo Kenyatta, Batı’nın Afrika’ya girişini şöyle anlatır:

“Hristiyanlar ülkemize geldiklerinde, toprak bizimdi. Onların ellerinde İncil vardı.
Gözlerimizi kapatıp dua etmemizi istediler.
Gözlerimizi açtığımızda, toprak artık onların olmuştu; elimizde sadece İncil kalmıştı.”

Bu kısa hikâye, modern sömürgeciliğin özeti gibidir.
Bugün de benzer hikâyeler yaşanıyor.

George W. Bush, zafer konuşmasında şöyle demişti:

“Tanrıdan bana vahiy geldi.”

Ve bu sözlerin arkasından, Afganistan ve Irak’a bombalar yağdırıldı.
Petroller ve enerji kaynakları uğruna ülkeler kan gölüne çevrildi.
Milyonlarca insanın yaşamı yerle bir edildi.

Aynı dönemde Türkiye'de bir milletvekili şu sözleri sarf etti:

“Sizin Allah’ınız varsa, bizim de Erdoğan’ımız var!
Tanrı’nın tüm vasıflarını üzerinde toplayan bir liderimiz var!”

George W. Bush ile el ele verilen bu karanlık ittifak, 1 Mart tezkeresini geçirmeye çalıştı.
Bu tezkere geçmediğinde üzüntüden saçını başını yolan “Müslüman” vekillerin gözleri kararırken, insanlık bir kez daha savaşa tanrısal gerekçeler bulma utancıyla karşı karşıya kaldı.

Peki, Tanrı gerçekten barıştan yana mı?

Barıştan yana olsaydı, insanlığa böyle bir yazgı yazar mıydı?
Batı’ya, güçlüye, büyük imparatorluklara mı bırakırdı adaleti?

Tanrı gerçekten, Cengiz Han’a, Sezar’a, Büyük Britanya’ya, Amerika’ya mı vekâlet verdi?
Yoksa bu kanlı miras, “Tanrı adına” hareket ettiğini söyleyenlerin icadı mıydı?

II. Dünya Savaşı’nda Nazilere karşı saf tutan insanlık, Hiroşima ve Nagazaki’de atom bombası dehşetiyle tanıştı.
Bugün ise Gazze’de, Filistin’de aynı dehşet yaşanıyor.

O hâlde insanlık ne yapmalı?

Kendimizi Latin Amerika halkları gibi hissetmeliyiz.
Afrikalı gibi düşünmeli, Afgan, Iraklı, Suriyeli, Gazzeli gibi hissetmeliyiz.
Yani insan gibi…
Bizi yutmak isteyen kapitalizme, mahvetmek isteyen emperyalizme karşı direnmeliyiz.
Bu artık kutsal bir görevdir.

Amerika Birleşik Devletleri, uçaklarıyla, gemileriyle, bombalarıyla geliyor.
Ama biz de edebiyatımızla, sanatımızla, vicdanımızla karşısına dikilmeliyiz.

Çünkü savaş yıkarsa, sanat inşa eder.
Çünkü savaş öldürürse, edebiyat yaşatır.
Çünkü savaş susturursa, şiir konuşturur.

Francis Bacon şöyle demişti:

“Sanat, dünyaya eklenen insandır.”

Albert Camus bunu tamamlar:

“Sanat, zorbalığa karşıdır.”

Friedrich Schiller seslenir:

“Ey insan! Sanat yalnız senindir!”

Maksim Gorki ise şöyle der:

“Sanat artık bir şey uğruna ya da bir şeye karşı bir savaştır.”

Ve Pablo Neruda haykırır:

“Biz şairler, nefretten nefret ederiz. Savaşa karşı savaşırız!”

Çünkü savaşın karşısında durmak; yaşamı, insanı ve geleceği savunmaktır.
Çünkü sanat, bilimle birlikte insanın yaşam arayışındaki en büyük ışıktır.

İnsanlık tarihi boyunca ezilenlerle ezenler, mazlumlarla zalimler, aydınlıkla karanlık, barışla savaş çatıştı.
Bu tarih, aynı zamanda barbarlığın tarihidir.
Ama her savaşta bir halk yeniden doğdu.
Ve Pablo Neruda’nın dizeleriyle haykırdı:

“Burada şarkı söyleyen bir halk bulmuşlardı,
Sevda ve yükümlülükle birleşmiş bir halk…
Ve düştü incecik kız, bayrağıyla birlikte.
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.”

SAVAŞIN TARİHSEL VE KÜLTÜREL ELEŞTİRİSİ

Savaş, bir yok etme aracıdır. Komutla adam öldürmenin, doğayı yakıp yıkmanın başka bir adıdır. Tarih boyunca hep vardı, hâlâ var. Tarihin egemeni oldu çoğu zaman. Çünkü savaş; insanlar arasındaki güç ve çıkar çatışmalarının en azgın, en vahşi biçimidir. Sorunları barışla değil, kaba kuvvetle çözme yoludur.

İlk savaş, Habil ile Kabil arasında çıktı. Oysa dünyada sadece iki insandılar. Ama yine de bu küçücük dünyaya sığamadılar. Anlaşamadılar. Kabil, kardeşi Habil’i öldürdü.
İnsanlık tarihinin ilk kanı, bir kardeşin diğerini öldürmesiyle aktı.
Ve ne yazık ki, o günden bu yana durmadan akıyor.

Pablo Neruda, bu gerçeği şu çarpıcı dizelerle dile getirir:

“Haydutlar, uçakları ve Mağriplileriyle,
Haydutlar, yüzükleri ve düşesleriyle,
Kara cüppeli papazlarıyla indiler gökten
Çocukları katletmeye.
Ve çocuk kanına boyadılar sokakları.
Gelin de görün kanı
Sokaklarda akan.”

Savaşın insana ve yaşama karşı olduğu açıktır. Özgürlüğün, vicdanın, onurun düşmanıdır. Savaş sadece fiziksel değil, aynı zamanda kültürel ve politik bir yıkımdır. Bir iktidar biçimidir; bir dünya görüşüdür.

Savaşın sebepleri bazen ırksal, bazen dinsel gösterilir. Ama gerçek sebep çoğunlukla çıkar çatışmasıdır. Dinler, bilim adamları, insanları öldürmenin kötü olduğunu öğretir. Ancak sıra savaşa gelince, bu öğütler tersine döner. İnsanlar askere alınır, öldürmek kutsal sayılır.

Bu büyük çelişki, savaşın insan vicdanını yaraladığını gösterir. O yüzden denilebilir ki:
“Dünyanın en iyi insanları savaştan nefret edenlerdir. En kötüleri ise savaşı sevenler...”

Aziz Nesin de şöyle sormamış mıydı?

“Niçin savaş? Kimlerin yararına? Sonunda kazanan kim?”

Devletler, parlamentolar, yönetenler, halklar, sanatçılar ve aydınlar... Herkes savaşın yıkıcılığını bilir, ama yine de savaşlar çıkar. Savaş, insanlığın en bulaşıcı ve en öldürücü hastalığıdır. Bir yıkım ve yok oluş aracıdır. Bu nedenle herkes savaşları lanetlemekte, barışı özlemektedir.

Ancak bilim ve teknoloji, insanlığa hizmet etmeye başlamadan önce, savaşlar sürecek. Silah tüccarları kâr hırsından vazgeçmedikçe, yeni savaşlar çıkarılacak. Depolanan silahlar bir gün mutlaka kullanılacak, yeni teknolojiler test edilecektir. Çünkü silahların varlığı, savaşı davet eder.

Filistinli şair Semih el-Kasım, bu karanlığa karşı direnişi yücelterek şöyle seslenir:

“Bizim doğduğumuz gün
Direniş de doğdu.
Sevin gökyüzü!
Biz buradayız, için rahat olsun.
Sevin yeryüzü!”

Filistinli Salim Jabarin’in şiirinde ise savaşın yıkımına şu çığlıkla yanıt verilir:

“Hangi halkı parçalamıştır tarih,
Parçaladığı kadar benim halkımı?”

Bertholt Brecht, her savaşın ardından üç ordu kaldığını söyler:

“Ölüler ordusu,
Yas tutanlar ordusu,
Hırsızlar ordusu.”

Evet, savaş naraları atanlara karşı yazarlar, edebiyatçılar, şairler yazılarıyla haykırmak zorundadır.
Bir daha olmasın Hiroşima! Bir daha olmasın Nagazaki! Bir daha olmasın Irak,  Bir daha olmasın Suriye, Bir daha olmasın Gazze…

İnsanlar ve doğa ölmesin. Emperyalizm, silahlarıyla dünyayı teslim almasın.
Savaş, insanlığa yakışmaz.
Bunu söyleyen romanlar dilden dile, elden ele dolaşmalı.
Edebiyat, evrensel bir çığlık ve umut yolu olmalı

  EDEBİYATIN BARIŞ ARAYIŞI

Edebiyat, insanlığın en büyük ütopyası olan barışı her zaman aradı. Kalemin gücüyle savaşlara karşı durdu, insanlığı vicdanla yüzleştirdi. Sanatçılar, yazarlar, şairler savaş karşıtı düşüncelerini eserlerine yansıttılar, barış için haykırdılar.

Mihail Şolohov’un sözleri, nükleer yıkım tehlikesine dikkat çeker:

“Barışın düşmanları, aklın sesine kulak vermek istemiyorlar. Her yeri bir anda sararak, dünya üzerindeki tüm yaşamı yok edecek nükleer alevlerin üzerine hâlâ benzin dökmeye devam ediyorlar.”

Paul Eluard, insanlığın doğasına barışı yerleştirir:

“Barış, insanlığın asıl yasasıdır, dememiş miydi?”

Victor Hugo, barışın değerini şöyle özetler:

“Barış, her şeyi hazmeden mutluluktur.”

Bertolt Brecht umutla seslenir:

“Bir gün gelecek, ‘Oh!’ diyecek insanoğlu. Silahları bırakın, artık ihtiyaç kalmadı.”

Bu sözlerin her biri, savaşın insanlığa verdiği zararı işaret ederken; barışın gerekliliğini ve kaçınılmazlığını savunur. Kalbimizi sıkan endişelere rağmen umutsuzluğa düşmeden, cesaretle savaşın karşısında durmak gerekir. Cengiz Aytmatov’un dediği gibi, bu görev öncelikle kültür yaratıcılarına düşer:

“Korku değil, cesaretle savaşın karşısına dikilmek zorundayız. Tüm kültür yaratıcılarının en büyük görevlerinden biri budur.”

Lev Tolstoy ise bu mücadeleyi şu şekilde dile getirir:

“İnsan, savaş gibi inanmadığı bir şey uğruna acı çekeceğine; barış gibi inandığı bir dava uğruna ölse daha iyi değil mi? Savaş için direnmeden verdiğimiz kurbanları, barış için de vermeye hazır olmalıyız.”

Edebiyat; şiirle, romanla, tiyatroyla, müzikle, sinemayla, heykelle barışın tarafında oldu. İnsanlık tarihine bu uğurda armağanlar sundu.

Pablo Neruda, bu mücadeleyi dizelerine dökerken şöyle haykırır:

“Savaşa ait ne varsa, savaşı da alıp gitsin! Biz şairler, nefretten nefret ederiz ve savaşa karşı savaşırız.”

AYDINLARIN VE SANATÇILARIN SORUMLULUĞU

Savaş neden çıkar? Kimlerin işine yarar? Kazananı kimdir?

Bu soruları sormakta geç kalmamalı. Barış için de savaş için de ilk kuşkuyu dile getirmesi gerekenler aydınlardır. Ve aydınların önünde yürüyenler; sanatçılar, yazarlar, edebiyatçılardır. Çünkü tarih boyunca hep böyle olmuştur.

Jean-Paul Sartre bir uyarıda bulunur:

“Savaşlar önlenmezse, silahlanma teknolojisindeki hızlı gelişmeler, insanlığın kendi kendini yok etmesiyle sonuçlanacaktır.”

Charlie Chaplin'in "Büyük Diktatör" filminde attığı çığlık hâlâ yankılanır:

“Bir kişiyi öldürürsen katil, milyonlarca insanı öldürürsen kahraman olursun!”

Savaş filmleri boşuna mı çekildi? Savaş romanları neden yazıldı? Şairler barış için şiirlerini neden haykırdı? Bunlar sadece kitap sayfalarında mı kaldı?

Hayır.

Barış çağrısı, insanın kalbine, zihnine, sokaklara, meydanlara yayıldı. Barış şarkıları söylendi. Ancak artık ne kitaplar, ne şarkılar yeterli geliyor. Çünkü günümüzde insanlığın kaderine insanlar değil; teknolojiler, silahlar, füzeler, bombalar karar veriyor.

Bugün savaşlar; doğayı, kültürleri, insan yaşamını hoyratça, pervasızca yok ediyor.

Oysa barış için yazılan her roman, barış için söylenen her şiir, bir umuttur. Bir çığlıktır. Yürekle, vicdanla, insanın özüyle fısıldar:

“Savaşa hayır!”

Savaşın ve ölümün karşısında, Troya’dan bugüne yazılmış tüm savaş öyküleri aslında barış içindi.
Peki neye yaradı? Achilleus’u, Paris’i, Helena’yı, Agamemnon’u niçin okuduk?
İlyada'yı okumanın hâlâ bir anlamı varsa, Homeros’un yaşaması da boşuna değildir.

Yok eğer bir anlamı kalmadıysa, o hâlde “sanatın ölümsüzleştirme gücü” de bir yalandan mı ibarettir?

İnsanlık, tarih boyunca binlerce savaştan sonra yine savaşa mı dönmüştür?

Bugünün dünyasında artık kimsenin barışa sağır olma hakkı yoktur.

Nâzım Hikmet şöyle der:

“Kendi kendimizle yarıştayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya dünyamıza inecek ölüm.”

Can Yücel, “Bayramlık Şiir”inde ince bir sitemle seslenir:

“Koyunlar keçiler koçlar için/ Ne kadar bayramsa kurban bayramı/
Barış var ya bu barış/ Cephedekiler için de o kadar barış.”

Metin Demirtaş ise ayağa kalkmaya çağırır:

“Hadi kalkın/ Bir şeyler yapalım bu savaşa/ Bir şeyler yapalım hadi kalkın!”

Ve Einstein’ın uyarısı insanlık adına bir sorumluluk çağrısıdır:

“Ben yalnız bir barışsever değil, bir barış savaşçısıyım. İnsanlar savaşa savaş açmadıkları sürece, hiçbir şey savaşları ortadan kaldırmayacaktır.”

Nâzım’ın özlemiyle tamamlayalım:

“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçe sine bu hasret bizim.”

Hiç yorum yok: