Karadağ’ın tepesinde “Habib-i Nacar” tapınağı vardır. Her yıl harman bitiminden sonra Kürecikliler bu tapınağa gelir; kurbanlar keser, kazanlar dolusu aş pişirir; yoksulların, yetimlerin karınlarını doyurur; başlarına bir felaket gelmemesi için dualar eder; geri dönerlerdi. Tapınaktan aşağı baktığınız zaman, yeşil sularıyla akan Başyurt çayını görürsünüz. Çayın her iki tarafında kayalar yükselir. Kayaların oluşturduğu uçurumlardan aşağı bakmak olası değil. Yükseklik korkusu olanların gözleri kararır, başları döner” düşerim “ diye geri çekilmek zorunda kalırlar. Aşağıda, çayın köpüklü suları akarken, yukarıda da engebeli bir arazi başlar. Arazinin ortasında meşelerle kaplı bir tepe yükselir. Bu tepeye Çat tepesi denir. Kelanlı, Kâhyalı, Tataruşağı, Kör Süleyman köyleri ile daha ileride, Demirciler, Kepez, Bekir Uşağı, Kasım Uşağı köyleri bu tepenin etrafında yer alır. Çayın karşı tarafında ise Karadağ’ın etrafında yerleşmiş, Dumuklu, Bayram uşağı, Keller, Hançerli, Kadir Uşağı ve Kajıklı köyleri vardır. Bu köylerin tamamına Kürecik aşireti denir. Küreciğin yirmi dört pare köyü, her köyün bir hikâyesi, her hikâyenin bir geçmişi, bir masalı vardır.
Efsane anlatır: Bir zamanlar, “Habib-i Nacar” tapınağında Kutsal bir Ardıç ağacı varmış. Başı göklere değermiş. Köylüler kurban kesmeye geldikleri vakit, ağacın etrafında döner dualar eder, dilekleri kabul edilsin diye dallarına çaput bağlarlarmış. Bir gün kendini bilmez birileri kutsal ağacın kovuğuna bir ateş koyuvermiş, ne olmuşsa ondan sonra olmuş. Ardıç ağacın yakılmasıyla ormanın sonu gelmiş; Bir de derler ki, bu dağlarda geyikler gezermiş, yani buralar geyik yurdu imiş. İnsanlar geyikleri vura vura geyiklerin sonunu getirmiş. Sonunda tek bir geyik kalmış, son geyiğin vurulmasıyla da Karadağ’ın tılsımı tamamen bozulmuş, bu kez felaketlerin ardı arkası kesilmemiş. Felaketler öykülere; öyküler, efsanelere; efsaneler masallara konu olmuş. Öykünün biri bitmiş, diğeri başlamış. Anlatılanlara bakılırsa “Bu felaketlerin sebebi, Karadağ’da son geyiği vuran Paşanın oğlu Hüseyin ile “Habib-i Nacar” tapınağında Kutsal Ardıç ağacı yakan Çapar adında birileriymiş.” Oysa bu düzeni kuran büyük gücün, geyiği ve ardıç ağacını kutsal saydığı söylenirmiş. Kim ki bu kutsallara kıyar, onları yakar, yıkar yok ederse; büyük güç bunları yapanlardan hesap sorar, onları cezalandırırmış. Nitekim büyük güç cezasını felaketlerle vermeye başlamış. Felaketler sürerken insanlar, umutlarını bir kurtarıcıya bağlamış; kurtarıcının gelip kendilerini kurtaracağına inanırlarmış: “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” diyerek, kurtarıcının geleceğine dair hayaller kurar, düşlere yatarlarmış. Böylece Kürecik halkı, sabah uyandıkları zaman eşiklerine niyaz olur: “Ya Rabbim! Biz kulların çok acı çektik, çok zulüm gördük, çok işkence gördük, bizi bu zulümlerden, bu acılardan ancak sen kurtarırsın” diye yalvarır yakarırlarmış. Onlar böylesi bir düşle yatıp kalkarlarken, günlerden bir gün, bekledikleri kurtarıcı çıkıp gelmiş. Beklenen Mehdi, Karadağ’ın Dumuklu köyünde zuhur etmiş. Düş mü gerçek mi bilinmez ama onlar: “Medet sendedir Ya Ali’m! Mürvet sendedir Ya Hızır! Medet Mürvet sendedir.” diyerek mallarını mülklerini bu yola harcamış: “Canımız da, malımız da, bu yola feda olsun, mademki, Yüce Tanrı seni kurtarıcı olarak bize göndermiş, Mademki, Yüce Tanrının elçisisin, bu dünyada bir lokma, bir hırka yeter bize, gerisi yalandır. Neyleyem malı, neyleyem mülkü, dünya malı dünyada kaldıktan sonra…” diyerek, “Ver elini Dumuklu köyü…” demiş, varmışlar Dumuklu köyüne… Aşındırmışlar Şeyh Ali’nin kapısını, yüz sürmüşler eşiğine, medet ve himmet beklemişler. Onlar medet ve himmet beklerlerken, karşılarında Müfrezeyi bulmuşlar. Karlı bir kış gününde, Müfreze basmış Dumuklu köyünü, atmış üstlerine bir bomba, altını üstüne getirmiş, taş üstünde taş bırakmamış... Şeyh Ali’yi de, etrafında toplananları da yerle bir etmiş.
Aradan yıllar geçmiş, Dumuklu olayı belleklerden silinmemiş, yaşananların acısı unutulmamış, ölenlerin kanları kurumamışken, bu kez başka birileri çıkmış ortaya: Adına Memed Ali derler, Kasım uşağı köyündenmiş. Kara yağız, atılgan, cesur, gözü pek, attığını vuran, vurduğunu deviren, zıpkın gibi bir delikanlıymış. Ata biner, silah kullanır, iyi güreş tutar, karşısına çıkanı anında yerle bir edermiş. İşte o yiğit, o korkusuz, o gözü pek, zıpkın gibi delikanlı, Osmanlı zulmüne dayanamamış; haber salmış tüm aşiretlere, duyurmuş sesini köylere, obalara, yaylalara: “Kürecikliler! Bizler aynı yağmurda ıslanan, aynı borayı, aynı fırtınayı göğüsleyen, aynı yazgıyı paylaşan, aynı boydan, aynı soydan gelen bir halkız. Hepimizin yüzü aynı rüzgârda kavruldu, aynı güneşte yandı, bu dağların ormanı, meşesi, ardıcı, ahlâtı, kengeri, keveni, otu ve sarmaşığıyız. Bu dağların türküsü, ağıtı ve destanıyız. Biz Yunusuz, Bedrettin’iz, Biz Nesimi’yiz, Hallacı Mansur’uz; biz Kaygusuz, Pir Sultanız, biz Hacı Bektaş’ız, Mevlana’yız... Biz Karacaoğlan'ız, Köroğlu'yuz, biz Dadaloğlu’yuz...”demiş ve eklemiş: “Bu dağlarda orman olduk, yaktılar bizi; çayır olduk, biçtiler bizi; fidan olduk; ağaç olmadan kestiler bizi. Bu topraklara tohum ekildik, yeşerdik, boy attık, dolduk, başak olduk; biçildik, harman olduk, dağdan dağa savurdular bizi. Buğday olduk, ekmek olduk, et olduk, süt olduk aynı petekte bal olduk, hiçe saydılar bizi. Aynı ağaçta dal olduk, çiçek açtık, meyve olduk, aynı bağda sürgün sürdük, üzüm olduk, şarap olduk, doluya saydılar bizi. İnsan olduk, barış olduk, sevgi olduk, kardeş olduk, dost olduk, sabır olduk; düşmana saydılar bizi. Kaçtık, gizlendik, korktuk, sindik; darağaçlarında astılar bizi... Yetti artık, ayağa kalkın! Giyinin, at binin, silah kuşanın, çıkın meydana, sabrettiğimiz yeter! Zulüm, acı, bitecek gibi değil. Kıra kıra soyumuzu kuruttular; eze eze, içimizi boşalttılar, doğrulacak gibi değiliz. Damarlarımızda dolaşacak bir damla kan dahi kalmadı. Silkinin, kendinize gelin! Üzerinizdeki ölü toprağı bir kenara atın, uyanma zamanı gelmiştir. Başka yerde kurtarıcı aramaya gerek yok! Başka yerde derman aramaya gerek yok! Ne yedi kat yerin dibinden, ne yedi kat göğün üstünden bize kurtarıcı gelmeyecek! İri olalım, diri olalım, birlik olalım. Çıkalım er meydanına, gösterelim gücümüzü, tükürelim namussuzun, alçağın, şerefsizin, namerdin yüzüne… Bakalım el mi yaman, bey mi yaman, gösterelim kendimizi! Görsünler gücümüzü! Sabah güneşiyle birlikte uyanın, elinizi yüzünüzü yıkayın, aynanın karşısına geçin, aynada gördüğünüz kahraman, bizim kahramanımız. Bizi kurtaracak kahraman odur. Zulmün üstesinden gelecek kahraman odur. Ondan başka kahraman gelmeyecek, ondan başka kurtarıcı yok. Biz kurtarıcı beklerken karşımızdakiler bağırdılar, çağırdılar, sövdüler, dövdüler, işkence ettiler, diri diri yaktılar, darağaçlarına astılar, velhasıl yok etmeye çalıştılar bizi. Onlar bağırdıkça biz sustuk, onlar geldikçe biz kaçtık, biz korktuk, biz sindik. Bu kez kaçmayalım, korkmayalım, sinmeyelim. Karşılarına dikilip, bu kez biz bağıralım, biz çağıralım, ne olacaksa olsun! Biz halkız, halklar korkmaz, halklar korkusuzdur. Halkların kaybedecek, ne hanları, ne kervansarayları, ne malları, ne mülkleri vardır. Halkların zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur. Halklar suçlu değil, halkı dövenler, halka işkence edenler, halkı katledenler, halkı soyanlar, halka kin güdenler, halka kan kusturanlar, halkı insan yerine koymayanlar suçludur! Katil onlar, hırsız onlar, zalim onlar, zulmeden onlardır. İşte bir yürüyelim, pir yürüyelim! İşkence edenlerden, acıyı yaşatanlardan, yaramıza tuz basanlardan hesap soralım... Her gün namerde boyun eğip ölmektense, onurumuzla bir gün yaşamak yeğdir. Yiğit olan bir kez tadar ölümüm tadını. Kalleşler alçaklar ise her gün ölürler. Ölüm de, zafer de insanlar içindir. Kavga insana canlılık verir, ruhlarını tazeler, sizler kavganın harmanında savruldunuz. Ya öleceğiz, ya kurtulacağız.” demesine demiş ama bu kez karşısında ihaneti görmüş, hile-i şer görmüş, ihbar görmüş, kıskançlık, para, pul mevki görmüş. Hâsılı kelam yaşatmamışlar Memed Ali’yi… Osmanlı müfrezesi gelmiş; Memed Ali’yi de, çevresinde toplananları da alıp götürmüş, astığını asmış, kestiğini kesmiş, Küreciğin altını üstüne getirmiş, yine taş üstünde taş koymamış.
Bu yenilginin acısı yıllarca sürmüş. Acılar bitmemiş, yaralar sarılamamış, bu kez âşıklar, ozanlar türemiş; saz çalmış, türkü söylemiş; türkü söylemiş, saz çalmışlar. Memed Ali’nin ve Şeyh Ali’nin, üstüne ağıtlar yakmış, destanlar yazmışlar. Kürecikliler bu kez kurtuluşu âşıkların türküsünde, ozanların sazında aramışlar. Âşıklara, ozanlara kucak açmış, onları bağırlarına basmış, düğünlerine davet etmişler. Ozanlar, sazlarına düzen verirlerken, düzeni eleştirmişler. Yokluğu yoksulluğu, zulmü kınamışlar. “İnsanın zulmüne dayanmaz yürek” diye türküler söylemişler. Onlar sazlarını çalar, sohbetlerini sürdürürlerken, hükümdarlar ferman çıkarıp müfreze göndermiş: “Siz misiniz saz çalıp türkü söyleyenler?” diyerek tez elden Kürecikteki düğünü çember altına almışlar. Saz çalanları sazlarıyla, türkü söyleyenleri türküleriyle, toplamış götürmüş, yine taş üstünde taş bırakmamışlar.
Sonra devrimciler gelmiş. Bu kez Kürecik halkı, devrimcilere kapılarını açmış, onlara sarılmışlar. Devrimciler onlara: “Toprak işleyenin, su kullananındır, herkesin toprağı, suyu olacak, eski düzen yıkılacak, yeni düzen gelecek. Yeni düzende zulüm olmayacak, haksızlık olmayacak, yokluk yoksulluk olmayacak; hak, hukuk, barış gelecek, kardeşlik ve dostluk gelecek, özgürlük gelecek, emek en yüce değer olacak. Herkes emeğinin karşılığını alacak; eşitlik olacak, “Tek yol devrim”, “Faşizme ölüm, halka özgürlük” demişler; dağlara taşlara yazmışlar. Kendilerini devrime adamışlar. Yememiş yedirmiş, yatmamış yatırmışlar; onlarla birlikte devrime umut bağlamışlar. Bir lokma ekmeğini onlara yedirmiş, acılarını, ağıtlarını, yokluklarını, yoksulluklarını, onlarla paylaşmışlar. Devrimcilerle yatmış, devrimcilerle kalkmışlar. Devrimciler gelir de, ajan ve tahrikçiler durur muydu? Nerede bir ajan, nerede bir tahrikçi varsa, polisler, istihbaratçılar dolmuş Küreciğe. Kimi dilenci rolüne, kimi tüccar rolüne, kimi de devrimci rolüne bürünmüş. Aylarca Kürecikte gezmiş dolaşmış, Küreciği göz hapsinde tutmuşlar. Gireni çıkanı deftere yazmışlar. Devrimciler: “Kırlardan kentlere, kentlerden kırlara” kimileri ”faşizm”, kimileri de “sosyal faşizm” derken, karşılarında yine müfrezeyi bulmuşlar. Müfreze, yine yapacağını yapmış, altını üstüne getirmiş. Yine acılara, işkencelere, ağıtlara boğmuş Küreciği, toplamış götürmüş Hasanları, Hüseyinleri, Mustafaları, Haydarları; yine taş taş üstünde bırakmamış...
Velhasıl Küreciğin başı, dört yüz yıldan beri müfrezeden, acıdan, işkenceden kurtulamamış. Çok acı, çok zulüm görmüş, felaketlerin ardı arkası kesilmemiş bu durumu gören Kürecikliler, çareyi yerlerini yurtlarını terk etmekte bulmuşlar. Çekmiş gitmişler uzak diyarlara... Geride bıraktıkları yurtlarına :“Kıyametin Yaşandığı Yer” diye isim takmışlar ve yerlerinde, esen deli bir poyrazdan başka bir şey kalmamış. Bu felaketlerin, bu acıların nedeni ise son geyiği vuran Paşanın oğlu Hüseyin’i ile Ulu Ardıç ağacını yakan Çapar adında birileriymiş. Anlatacağım bu hikâye, Küreciğin hikâyesidir.
1 yorum:
Hocam emeklerınıze saglık.Tek kelıme ıle harıka !!!
Yorum Gönder