MUZAFFER İLHAN ERDOSTLARIN ÇIĞLIKLARI
Bugün, 7 Kasım 2008. 28 Yıl önce bugün İlhan Erdost öldürüldü. İlhan Erdost’u anmak için gömüdü başında toplanmış bulunmaktayız. Hepinizi saygı ile selamlar, Sayın İlhan Erdost’un ruhları önünde saygı ile eğilirim.
Tokatın Artova’dan dünyaya gelmişlerdi. İki kardeştiler. Sanki ikiz kardeştiler. Birbirinden ayırmanın ve birbirlerinden ayrılmanın olanağı yok gibiydi. Ne yazık ki acılar yazgıları olmuştu. Yazgı onları kötü ayırmıştı birbirlerinden. Gördükleri bir rüya sonucu okutmuşlardı Muzaffer’i. Önce Tokat, sonra Çorum lisesini bitirmişti Muzaffer. Muzaffer okudu veteriner oldu. Ama o veterinerlik yapmadı. Bir bahar sabahı inmişlerdi Ankara’ya. Umutları, düşleri ve hayalleri vardı. Mutlu bir yaşam sürdüreceklerine inanıyorlardı. Yazgı onları Yayıncı yapmaya itmişti. Hem de kimsenin cesaret edemediği “Sol Yayınların” başına geçmişlerdi. Sol emekti, alın teri göz nuru demekti.. Sol halk demekti, işçi köylü demekti. Sol, bağımsızlık demokrasi ve özgürlük demekti. Daha çok aş, daha çok iş demekti. Sol okumaktı, sol aydınlıktı. Sol ışıktı, sol güneşti. Dünyayı evreni ışık ve güneş aydınlatıyordu. Toplumları da kitaplar aydınlatıyordu. Muzaffer İlhan Erdostlar işte bunun için egemen sınıfların hedefi olmuşlardı.
Egemen sınıflar toplumların aydınlanmasını istemiyorlardı. Onlar için sağ düzen sağlam düzen demekti. Tek eksikleri arpa boylu kırpık bıyıklı bir başbakanlarıydı. Ona da kavuşmuşlardı. Hani minareler süngümüz/ kubbeler miğfer, camiler kışlamız/ müminler asker olacaktı. Irakta tüm minareler yerle bir edilmiş, camilerde taş üstünde taş bırakılmamış. Kubbelere bombalar yağmış, tüm müminler cenaze olmuş tabutlara sarılmışlardı. İşte arpa boylu kırpık bıyıklı zat, böylesi bir Orta Doğunun eş başkanı seçilmişti. İki milyon insanın tabutlara sarılmasına seyirci kalmış ve o hala bildiğini okuyordu. Kendi ülkesini ne gibi maceralara sürüklediği yetmiyormuş gibi, bir de Orta doğuda eş başkanlığa soyunmuştu.
Oysa sağ gericilikti. Emperyalizme çanak tutmaktı. Sağ yokluk yoksulluktu. Sağ Faşizmdi. Tarikattı, cemaatti, çete ve mafya oluşturmaktı. Halkı Uyuşturmaktı. Uyuşturup uyuya salmaktı. Sağ demek, polis copuydu, asker dipçiğiydi. Bir mayıslarda işçileri linç etmekti. Zamdı zulümdü işkenceydi. Emperyalizmin önünden diz çöküp el etek öpmekti. Halkın sömürülmesine önayak olmaktı. İşte Muzaffer ile ilhan Erdostlar bunun için hedef seçilmişlerdi.
Papaz şöyle diyordu:
“Önce Yahudileri götürdüler, kimseden ses çıkmadı. Sonra komünistleri götürdüler, yine kimseden ses çıkmadı. Sonra sosyalistleri sosyal demokratları götürdüler yine kimseden ses çıkmadı. Sonra ilericileri demokratları yani kim varsa hepsini götürdüler, yine kimseden ses seda çıkmamıştı. Sıra bana geldiği zaman, sağa baktım kimse yok, sola baktım kimse yoktu” diyordu Alman faşizminden yakınan papaz
Günlerden bir sonbahar günü Muzafferle İlhan Erdostlar bir kavga içinde bulmuşlardı kendilerini. Bu kavga sağcılarla solcuların, aydınlıkla karanlığın, ilericilerle gericilerin, özgürlük ve bağımsızlıktan yana olanlarla, Amerikan emperyalizminden yana olan işbirlikçilerin kavgasıydı. Bu kavgada yaman bir rüzgâr esmişti. Bir felakete dönüştürmüştü ülkeyi. Kasıp kavuruyordu ortalığı. Fırtınadan bir hortum çıkmıştı. Ağaçların dallarında sararan yaprakları koparıp kuytulara sürüklemişti. Muzaffer ile İlhan’ı da savurmuştu Mamak sıkıyönetim komutanlığına. Oysa onlar bir düşüncenin bir kültürün bilgeleri ve öncüleriydi. Bilge ve öncülük ettikleri için cellâdın önüne sürülmüşlerdi.
Cellât Bilgeye sorar.
“Niçin benzin sarardı, yoksa sıtmaya mı tutuldun. Yoksa zehirli yılan mı soktu?”
Bilge:
“Sultanım bilirsin ki, güneş batacağı zaman sararır, Şahinin yuvasına yılan girerse, Şahin yuvada kalmaz, yolcuyu yılan sokarsa, yılanın zehri yolcunun benzini sarartır. Yılan güneşi görünce, canlanır, kuvvetlenir ve güneş ikindi vakti sararmaya yüz tutar.” Diye yanıtlamıştı.
Mevsim Sonbahar, Kasımın 7 si, çığlıklar yükseliyordu Mamak’tan. İlhanla Muzafferin çığlıklarıydı. Yalnız onların değil, tüm insanlığın çığlıklarıydı. İnsanların insanca yaşamasının çığlıklarıydı. Ezilen halkın, sömürülen işçinin çığlığıydı. Anaların gözyaşı, çocukların çığlıklarıydı. Polis coplarının, asker dipçiklerinin ve asker postalları altında inleyenlerin çığlıklarıydı. Geriye döndürülmek istenen bir tarihin çığlıklarıydı. Oysa Tarihin çarkı geriye döndürülemezdi. Tarih daima ileriye doğru ilerlerdi. Tarihin çarkını geriye döndürmenin olanağı var mıydı, bunlar olası mıydı? Zamanda geçmiş yok, gelecek de yoktu. Muzaffer İlhan Erdostlar için zaman bu zamandı.
“Kadılar müftüler fetva yazarsa
İşte kement işte boynum asarsa
İşte hançer işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diye direnip düzene meydan okuyorlardı.
Bir astsubay odaya giriyor, arkasında iki er, diğerleri kapının hizasında bekliyor. Erlerden İbrahim, Erdost’lara görüşlerini soruyor. “Sol” yanıtını alıyor. Bu yanıta başını sallıyor İbrahim Keskin. Bu baş sallayış, sola ve solculara duyulan bir nefretin, bir öfkenin, bir kinin, bir intikamın baş sallamasıydı. Çünkü ağa babalarından böyle öğrenmiş böyle talimat almışlardı. İki er önde, iki er yanlarında ellerinde çantalarla çıkıyorlardı merdivenli odadan. Kapı çıkışı boşluğunda eşyalarını aramak bahanesiyle Erdostlar durduruluyor, erler aralarında sanki görev ve iş bölümü yapmışlar gibi, iki er İlhanın başına, iki er de Muzafferin başlarına indiriyorlardı copları, tekme tokatları ve de dipçikleri. Başlarında astsubay Şükrü Erbağ film seyreder gibi izliyordu onları.
“On yaşındaki bebeleri zehirlediniz, içerisi sizin zehirlediklerinizle dolu “ diyordu Şükrü Erbağ.
Onlara göre; okumak, öğrenmek, aydınlanmak ve aydınlatmak zehirlenmekti. Karanlıkta kalmak bulanık sulardan avlanmak en iyisiydi. Çünkü ağa babalarından böyle öğrenmişlerdi. Tıpkı Papazların Galileo’ya dedikleri gibi “Sen dünya yuvarlaktır, dünya dönüyor demişsin gel bunun hesabını ver bakalım, dedikleri an. Galileo: “ Hayır dünya düzdür ve de dönmüyor” diyerek ölümden zor kurtulmuştu. Ama Engizisyon mahkemesinin kapısından çıkarken ayağını yere vurarak :“ Biz her ne kadar dönmüyor desek de yine de dünya dönüyor” diyerek adımını dışarı atmıştı.
İlhan, daha eşyalarını toplarken, Erler Muzaffer’in kollarından çekip
“Haydı arabaya” diyorlar. Muzaffer, tekme tokat ve coplardan kurtulmak için kapı çıkışına arkası yaklaştırılmış cezaevi arabasına bir an önce binmek istiyor, bu arada arabanın arka basamakları içeri doğru eğrilmiş, çekme halatı kancasına basarak kendisini arabaya atıyor, iç bölümde sol yandaki sıraya oturuyor… Yine dışarıda tekme sesleri duyuluyor, İlhan bir an önce içeri giriyor, Muzaffer’in karşısına sağ köşeye geçip oturuyor. İki kardeş acı acı birbirlerine gülümsüyor, bakışlarında acı vardı hüzün vardı çaresizlik vardı.
Yanlarında dört asker, Paşalarından öyle emir almışlardı. Şimdiye dek dövdükleri yetmiyormuş gibi ikisi İlhan’a, ikisi de Muzaffer’e; bir daha bir daha yanaşıp, vuruyor da vuruyor, sanki öldürmek için emir almışlardı. Hızır paşa da öyle emir almıştı padişahında, taşlatmıştı Pir Sultanı darağacına gitmeden önce. Şu kanlı zalimin ettiği işler” deyişini söylüyordu Pir Sultan Darağacına giderken. Şimdi Pir Sultan olayından iki kişinin ismi geçmektedir. Biri Pir Sultan, diğeri Hızır paşa… Pir Sultan gururla anılmakta, Hızır paşa ise lanetlenmektedir.
Evet, Mamak’ta çığlıklar yükseliyordu. Aynı çığlıklar, dağları tepeleri aşıyor, tüm ülkede yankı buluyordu. Bu çığlıklar kardeşin kardeşe değil, kardeşin insanlığa, duyurmak istediği bir çığlıktı. Polis Coplarından ve asker dipçiklerinin altından inleyen insanların çığlıklarıydı. Bu çığlıklar 12 Eylül faşizminin altından inleyen insanlığın attığı ne ilk, ne de son çığlıklardı.
“Ne olur dövmeyin, bu çığlık seslerinden uyuyan küçük kızımı uyandırmaya kıyamadan buraya getirdiler.” Diyordu İlhan. Kim dinlerdi bu feryadı bu figanı. Başçavuş kinli, başçavuş öfkeli, başçavuş intikam alırcasına emir yağdırıyordu erlere. Emir alan dört er, vur deyince öldüresiye dövüyorlardı İlhanı ve Muzafferi.
“Ölüyoruz, yeter artık dayanamıyoruz” diye atılan bu çığlıklar, Mamak’tan yükselip Çorumdan Maraş’tan, Sivas’tan koparılan çığlıklara karışıyordu. Çığlıklar gökyüzünde salkım saçak olup tüm ülke sathına yayılıyordu. Koğuş kapısına beş adım kala geride yine sesler duydular. Bu sesleri duyar duymaz hızlandılar, geride “Kaçma it oğlu it “ diyerek yine yetiştiler. Kapı boşluğunda yine sıkıştırdılar ilhanı ve Muzafferi. İlhan yüzükoyun yere düştü, kaşını bir taşın kıyısına vurdu. Öylece kaldı. Yavaş ve güçlükle doğruldu. Sonra koğuşa zor girdiler. Kısa bir süre öyle kaldılar. Koğuşta ranzaya öyle uzattılar. İlhanın yüzü gözü kan revan içindeydi. “Nefes alamıyorum “ diyordu. Ağzından çıkan son söz, bu söz olmuştu. Artık geri dönülmez bir yola düşmüştü İlhan.
Yiğit olan bir kez tadar ölümü. Kalleşler alçaklar günde bin kez ölürler. Ruhun şad olsun Sayın İlhan Erdost seni unutmayacağız. Saygılarımlar… 7 Kasım 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder