Hasan ÇERÇİOĞLU
“ANAMLI
YILLAR” Anacığım,
bu gün ölümünün on ikinci yıl dönümü, 12
Eylül geldiği zaman Ankara’da yanımdaydın. Her an başıma bir iş gelir diye
korku içindeydin, Sen başıma bir şey
gelir diye endişelenip korkarken, ben de başıma bir şey gelirse; Handan’la tek başınıza burada ne yapardınız
diye kokuyordum. Korku dağları sarmıştı.
Ankara’da sıkıyönetim ilan edilmiş, dışarı çıkma yasağı vardı. Disk, TMMOB TTB
Tabipler Birliği ve birçok demokratik kitle örgütü, onlara bağlı şubeler ya
kapatılmış ya da kapatılmak üzereydi. Herkes başlarına kötü bir şey gelir diye
korku içindeydi. Ben de korkuyordum, sonunda korktuğum başıma gelmişti. O zaman
İnşaat Mühendisleri Odası yönetim kurulundaydım. TMMOB hakkında dava açılmıştı.
İnşaat Mühendisleri Odası, TMMOB’ye bağlıydı. Dava açılanlar arasında ben de
vardım. Kimseye saldırmamış, kimseyi öldürmemiştim. Tek suçum kongrelerde
yaptığımız konuşmalardı. Hepimiz aynı
suçlardan yargılanıyorduk. Bize tebligat gelince Mamak Askeri Cezaevine
gönderirler diye korkuyorduk. İşkence, dövme, kötü muamele diye cezaevlerinden
haberler geliyordu. Bazı arkadaşlarımız içeri atılacaklarından korkup kaçtılar,
ifade vermeye gitmediler. Biz ifadeye giderken, evde helalleşirken senin
gözlerin dolar ağlamaya başlardın. Yine seni teselli eden ben olurdum. Ben
gelinceye kadar camın önünde oturur, gözün yollarda beni dört gözle beklerdin.
Mamak Askeri Mahkemesine gidip ifade verdik. Döndüğümü görünce bu kez sevinç
gözyaşları dökerdin. İyi ki bizi içeri almadılar. Zaman zaman ifade almaya
çağırıyorlardı, her çağırdıklarında, bu kez bizi içeri atarlar diye nice
korkuları yaşıyorduk. Yargılanmamız tam
iki yıl sürdü, sonunda beraat etmiştik. O gün bu haberi sana verdiğim zaman bir
“oh” çekmiş derin bir nefes almıştın. Sonra sakıncalıyım diye Devlet
kurumlarında çalıştırmadılar beni. Kendi yeteneğimle, kendi becerimle tam 43
yıl mühendislik yaptım. Genellikle özel sektörde çalışarak mühendislik görevimi
yerine getirdim. On iki yıl öncesine kadar beraberdik, bunları sen de
biliyorsun ve tanığısın güzel anacığım.
Sevgili anacığım bu arada dört roman yazdım,
Son romanımın adı “Nure”, belki anımsarsın, hani Karadağ’ın öte yüzünde Dumuklu
Köyü var. Kimse kadın haklarından ve kadından söz etmezken Nure Cumhuriyet’in
ilk kadın köy muhtarı olmuştu. Dirayetli ve sözünün eri bir kadındı. Tam otuz
iki yıl muhtarlık yapmıştı. Zaman
zaman, Nure’nin yiğitliğini başından
geçenleri sen bize anlatırdın. Şimdi onun hayatının romanını yazdım. Cumhuriyetin
97. Yılıydı. Ön sayfasında “Başta anam
Eme’ye ve Cumhuriyetimizin 97.yılında tüm kadınlara bu kitabı ithaf ediyorum”
diye senin ismini anarak başladım. Her
romanımda sen varsın, yaşadıklarımız var.
Yoksulluğumuzu, çektiğimiz acıları işkenceyi ve zulmü yazdım.
Her çarşıya çıktığımda, koltuğumda
kitaplarla dönerdim. Sen beni uyarır,
“Bu kitapları alıyorsun alıyorsun ne
zaman bunları okuyacaksın?” diye sorardın. Gün gelir boş zaman bulur okurum
diyordum. O günkü koşullarda az okuyordum. Okuma fırsatı bulamıyordum. Şimdi
emekli oldum, okuyacak kadar bol zamanım var. Hanı siz ona “Kurulüle”
diyordunuz. Zamanınızda koleradan insanların nasıl kırıldığını, insanların arka
arakaya nasıl öldüklerini, anlatırdın.
Şimdi ülkemizde Kovid 19 diye bir hastalık peyda oldu. Günde üç yüz,
dört yüz insanı alıp götürüyor, Kovid 19 hastalığı çok bulaşıcı bir hastalık,
başta yaşlıları alıp götürüyor, hükümet hep bizi düşünür ya! Sağlığımızı korumak için biz yaşlılara dışarı
çıkma yasağı koydu. O zaman ben de dışarı çıkmadım, inzivaya çekilir gibi odama
kapandım, o güne kadar okuyamadığım kitaplarımı birer birer okumaya başladım.
Kendi kendime söz verdim. Bu kez boyum kadar kitap okuyacağım dedim, inanır
mısın? Mart 2020 de başladım, Haziran 2021 kadar kendi boyumda 40 bin sayfa
kitap okudum, boyum 1,67 m idi. Yine de okuyamadığım çok kitabım var. Artık
kitap okumayı alışkanlık haline getirdim. Kendimi zorlamadan onları bitirmeye
çalışacağım.
Anacığım unutmadığım bir şey daha var,
ben gündüzleri şantiyelere giderdim. Hatırlıyorsan “Köle İzavra” diye bir dizi
vardı. Çok dramatik bir diziydi, sen onun hastası olmuştun. Televizyon, gündüzleri o diziyi gösterirdi.
Sen gündüzleri onu izler, akşam eve döndüğümde
Köle İzavra’nın başından geçenleri bana anlatırdın. Sen o dizinin nasıl
hastası olmuşsan, ben de şimdi başka bir dizinin hastası oldum. Arka arkaya
önce babamı, harman üstünde düven sürerken kalpten, sonra İstanbul Heybeliada
Sanatoryum hastahanesinde, veremden kaybettiğimiz Zeynel abimin, arkasında
Almanya’da beyin tümöründen ölen Mustafa abimin cenazeleri kapımızın önündeki
iğdenin altına indirirlerdi. Yani birer yıl arayla üç cenaze kalkmıştı iğdenin
altında. Bu acılar yetmez gibi bir de beni öğretmenlikten atmışlardı. Cenazelerimiz, hep o iğdenin altından
kalkardı. Sen “ Lavo Lavo oy lemino” diye ağıt yakardın. Ağıtın sonunu
uzatırdın, Tıpkı LAKASA DE PAPEL dizisindeki başlangıç müziği gibiydi
ağıtların. Sen ağıt yaktığın zaman
hepimizi ağlardık.
Şimdi dünyayı kasıp kavuran bir İspanyol
dizisi var, adı “LA KASA DE PAPEL’E” b
dizisinin hastası oldum. Neden hastası
oldum diye sorarsan? Dizinin başlama
müziği tıpkı senin yaktığın ağıta benziyordu. Demek İspanyol Müziği, ilhamını
bizim ağıtlardan alıyormuş, onu izlediğim zaman hep senin yaktığın o ağıt
kulağımdan çınlıyor ve seni anıyorum. Tabi sadece senin ağıtını değil, bir de
bin dokuz yüz yetmiş ile seksen yılları arasında devrim yapacağız diye
mücadeleye başlamıştık. Bazı yoldaşlarımız devrim uğruna para bulmak için banka
soygunlarına giriştiler. İşte LA KASA DE
PAPEL dizisi bizim mücadeleye benziyor. Tek farkı onlar soygun amaçlı olup
teknolojinin gelişiminden çok yararlanmışlar, bilgisayar kayıtları ve
bilgisayar kameralarıyla birbirleriyle iyi bir iletişim sağlıyorlardı. İspanyol
soyguncuları İspanyol kraliyet bankasına girdiler, banka çalışanlarını rehin
aldılar. Belki iki yıl bankanın içinde kaldılar. Savunmaları da müthişti.
Hükümette uluslararası af örgütünden korktuğu için saldıramıyor can kayıpları
vermekten korkuyordu. Soyguncular da içerde cana kıymıyor kan akıtılmasına izin
vermiyorlardı. Sonunda, soyguncular kayıp vermeden bankayı soydular. İnanır
mısın tam bir milyar avro dışarı çıkardılar. Bu paranın dört yüz milyon
avrosunu Madrid’in en kalabalık meydanında helikopterden halkın üzerine
yağdırdılar. Madrid halkı, soygunculara öyle bir sahip çıktı ki inanamazsın.
Sokaklara caddelere, meydanlara döküldüler, kimiler başlarını pencerelerden
dışarı sarkıtarak soyguncular lehine sloganlar atmaya başladılar. Adı her ne kadar
soygun olsa da bu bir devrimci tavırdı. Kazandığını halka dağıtmak… Soygunun zaferle sonuçlanmasının ardından,
Soyguncular Çao Bella Çao Bella direniş marşını
söylüyorlardı.
(HOŞÇA KAL SEVGİLİM ) ÇAO BELLA, ÇAO BELLA
“Bir sabah uyandığında cao belle çao bella cao cao çao…
Bir sabah uyandığımda çao bella çao bella çao çao
çao…partizano
Düşmanı yurdumda buldum Partizano
Partizan götür beni buralardan”
Çao bella, çao Bella, çao çao çao… diye marş devam eder gider…
Biz de bu marşı çok söylerdik. Hani otuz bin, kırk bin
kişilik mitingler düzenlenirdi Anakara’da İstanbul’da. Biz o mitinglerde TEK YOL DEVRİM diye sloganlar atardık. Bir mayıslarda da Çao Bella Çao Bella marşını söylerdik.
Bize ne oldu bilmiyorum anacığım, otuz binlik, kırk binlik mitinglerimize ne
oldu? O kabalalıklar nereye gitti, kar
gibi eridi, hepsi yok oldu gitti. Oysa
sözde çok kararlı görünüyorlardı. İçlerinden en pasifi bendim. Ben ancak
sokaklarda meydanlarda caddelerde bildiri dağıtırdım, bir de duvarlara afişler
asardım. Yani devrimcilerin ayak işlerini yerine getirirdim. Sonra duyduk ki, benim dışımda, kimileri köşe
olmuş köşeyi dönmüşler, ben ise işsiz güçsüz kalmıştım. İş bulmak amacıyla bir
gün köşe olmuş çok iyi tanıdığım bir arkadaşımın kapısını çaldım. İş istedim,
beni tanımadı, “iş yok” diyerek kapıdan kovar gibi kovdu beni. İşte bu olay
bana öyle bir acı verdi ki, hiç sorma. Acı geldi yüreğime top gibi oturdu.
Başım döndü gözlerim karardı, ne ileri gittim ne de geri. Orada bir duvara yaslandım,
dinlenmeye başladım.
İşte böyle anacığım acıdan kaçmak gibi bir şey olmaz. Her
zaman insanın durduğu bir nokta vardır. O an bütün acı yüreğini deler geçer, ne
yaparsan yap acı geçmeyecek gibi yüreğine oturur. Acı büyürse yüreğindeki acı
da büyür. Devrim uğruna kimileri
canlarını verirlerken acıları yüreğinde top olurken, kimileri de köşeyi dönmek
için karşı tarafa geçmiş, yüklenici olmuş, köşe olmuşlardı. Kimileri karşı
tarafın gazetelerinde köşe yazarı olmuş, herkes düzenin bir ucundan yakalamış
kendilerine yeni bir düzen kurmuşlar, karşı tarafın borazanını öttürüyorlar.
Biz de onların peşlerinden gitmiştik, ne kadar da
alkışlamıştık. Şimdi düşünüyorum da meğer kimlerin peşinden gitmişiz kimleri
alkışlamışız? Yazık oldu dava uğruna
ölen yoldaşlara, yazık oldu asılanlara, işkence çekenlere, çok yazık oldu.
İşkence dedim de aklıma geldi İşkencede meğer uluslararası ünlere kavuşmuşuz.
LAKASADA PAPEL DİZİSİNDE DE rol almışız.
Osman Aksoy gibi bir Türk işkencecisi Cezayir çölünde bir mahkûma mezarını
kazdırıyor, mahkûmu diri diri mezara gömüyor, üstünü de sıcak kumla kapatıyor.
İşte böyle anacığım yani başka şeylerde meşhur olamıyoruz, ama işkenceden, kara
para aklamadan uyuşturucu kaçırmaktan dünyaya nam salmışız.
İspanyol soyguncuları soygundan sonra Çao Bella Marşını
söylüyorlar, biz de halen söylüyoruz. Ama cılız, ama sönük, gün gelecek Cao
Bella’nın ateşi yükselecek, alevi tüm dünyayı sarsacak. İşte LAKASA DE PAPEL’LE
yeniden dünya gündemine oturdu. Herkes her yerde bu marşı söylüyor. Ülkemizde
bu marşı en güzel Grup Yorum söylüyor. Belki merak edersin diye bu direniş
marşının öyküsünü sana anlatmak istiyorum, tıpkı yaşantımızı dile getiriyor.
Bir zamanlar, İtalya'nın kuzeyinde Po ovasında
çalışan işçiler ve köylüler, kötü ve ağır koşullar altına çalışmak zorunda
kalıyormuş. Bundan dolayı şartları iyice kötüleşmeye başlamış. Köylüler kendi
aralarında bu şarkıyı bestelemişler. İsyankâr bir beste olarak, Çav Bella
şarkısını önce Mussolini’ye, sonra Alman
işgalcilere karşı direnen anti-faşistler şarkı sözlerinin bir kısmını
değiştirerek Çav Bella’yı direnişlerin temsili şarkısı haline getirmiş, ilk kez
19. yüzyılın sonlarında İtalya’da söylemişler.
Nazi Almanya kuvvetlerinin İtalya'yı işgal ettiği 1943-1945
yılları arasındaki İtalya direnişi sırasında İtalyan Partizanları, şarkının
sözlerini değiştirerek faşizm karşıtı bir marşa dönüştürdüler.
Partizanlar, faşist İtalya Sosyal Cumhuriyetinin, Nazi Alman müttefikleriyle mücadele ederken
de şarkıyı protesto olarak söylemeyi sürdürdüler. Biz de zaman zaman
direnişlerde da bu şarkıyı faşizme karşı direniş için söylerdik. Bu şarkı
esasen 1970 – 1980 dönemindeki direnişlerimizi ve protestolarımızı hatırlatıyor
onun için “LA KASA DE PAPEL” dizisinin hastası oldum.
Sevgili anacığım 1980 nin acıları bitmezken şimdilerde daha kötüsünü yaşıyoruz.
Kindar ve dindar birileri geldi başımıza, halkımıza kan kusturuyor. Eski
mollalar gibi eline uzun bir sopa almış, gık diyenin başına küt diye indiriyor,
“sesini kes” diyor. Bu nedenle nice insanımız, seslerin çıkardı diye suçsuz sebepsiz
yere işkence olsun diye hapislere attırıyor, ya da onları evlerinde
hapsettiriyor. Bu yılın en büyük olayı nedir diye sorarsan, hani kadınlara
azıcık özgürlük tanıyacak olan, İstanbul Sözleşmesi vardı. 19 Mart 2021 günü, eli sopalı kindar ve dindar adam, kadınlar
söz ve karar sahibi olmasınlar diye Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden
çıkardı. 2011 yılının Mayıs ayında İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısıyla
hayatımıza giren İstanbul Sözleşmesi, 10 Avrupa
devletinin onayının ardından yürürlüğe girmişti. İstanbul’da imzaya açıldığı
için de sözleşme uluslararası alanda “İstanbul Sözleşmesi” olarak yerleşmişti.
19 Mart 2021 tarihinde Resmi Gazete ‘de
yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararı ile Ülkemiz, İstanbul Sözleşmesi’nden
çıkarıldı.
Yani diyeceğim odur ki sen gideli hiç iyi günümüz olmadı, bir
milim ileri gidemedik, hep geri gittik. Bitmedi, acılar devam ediyor…
Diyebilirim ki, sadece sen değil, birçok ana hala gözyaşı döküyor, kayıp
evlatlarını arıyor, onlara ağlıyorlar. Senin yaşadıklarının belki daha
ağırlarını yaşadılar ve yaşıyorlar.
Anımsıyor musun anacığım, senin adını
yaşatmak için torununa Emine Ceren adını koymuştum. Emine Ceren adına yakışanı
yaptı. Son makalesini yazdı, iki yıldır doçentliğini bekliyor, torunun Berdan,
uluslararası tanınan iyi bir tasarımcı oldu. Bundan önce bir Fransız firmasıyla
çalışıyordu. Şimdi bir İsveç firmasıyla çalışıyor. Bugün 20 Aralık 2021, bizden
ayrılalı on iki yıl oluyor. O günden bu
güne inan seni hiç unutmadık. Biliyorum zaman zaman bilmeyerek, elimde olmayan
nedenlerle seni üzdüm, beni affetmeni istiyorum, fedakâr anacığım, bize karşı
yaptığın fedakârlıklara karşı seni hiçbir zaman unutmadık unutmayacağız. Hemen
her gün, her an yanımızdasın, bizimlesin, bizimle yaşıyorsun sevgili
anacığım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder