22 Aralık 2021 Çarşamba

 

Hasan ÇERÇİOĞLU
                                            “ANAMLI YILLAR”  
                                                         Anacığım, bu gün ölümünün on ikinci yıl dönümü,  12 Eylül geldiği zaman Ankara’da yanımdaydın. Her an başıma bir iş gelir diye korku içindeydin,  Sen başıma bir şey gelir diye endişelenip korkarken, ben de başıma bir şey gelirse;  Handan’la tek başınıza burada ne yapardınız diye kokuyordum.  Korku dağları sarmıştı. Ankara’da sıkıyönetim ilan edilmiş, dışarı çıkma yasağı vardı. Disk, TMMOB TTB Tabipler Birliği ve birçok demokratik kitle örgütü, onlara bağlı şubeler ya kapatılmış ya da kapatılmak üzereydi. Herkes başlarına kötü bir şey gelir diye korku içindeydi. Ben de korkuyordum, sonunda korktuğum başıma gelmişti. O zaman İnşaat Mühendisleri Odası yönetim kurulundaydım. TMMOB hakkında dava açılmıştı. İnşaat Mühendisleri Odası, TMMOB’ye bağlıydı. Dava açılanlar arasında ben de vardım. Kimseye saldırmamış, kimseyi öldürmemiştim. Tek suçum kongrelerde yaptığımız konuşmalardı.  Hepimiz aynı suçlardan yargılanıyorduk. Bize tebligat gelince Mamak Askeri Cezaevine gönderirler diye korkuyorduk. İşkence, dövme, kötü muamele diye cezaevlerinden haberler geliyordu. Bazı arkadaşlarımız içeri atılacaklarından korkup kaçtılar, ifade vermeye gitmediler. Biz ifadeye giderken, evde helalleşirken senin gözlerin dolar ağlamaya başlardın. Yine seni teselli eden ben olurdum. Ben gelinceye kadar camın önünde oturur, gözün yollarda beni dört gözle beklerdin. Mamak Askeri Mahkemesine gidip ifade verdik. Döndüğümü görünce bu kez sevinç gözyaşları dökerdin. İyi ki bizi içeri almadılar. Zaman zaman ifade almaya çağırıyorlardı, her çağırdıklarında, bu kez bizi içeri atarlar diye nice korkuları yaşıyorduk.  Yargılanmamız tam iki yıl sürdü, sonunda beraat etmiştik. O gün bu haberi sana verdiğim zaman bir “oh” çekmiş derin bir nefes almıştın. Sonra sakıncalıyım diye Devlet kurumlarında çalıştırmadılar beni. Kendi yeteneğimle, kendi becerimle tam 43 yıl mühendislik yaptım. Genellikle özel sektörde çalışarak mühendislik görevimi yerine getirdim. On iki yıl öncesine kadar beraberdik, bunları sen de biliyorsun ve tanığısın güzel anacığım.

          Sevgili anacığım bu arada dört roman yazdım, Son romanımın adı “Nure”, belki anımsarsın, hani Karadağ’ın öte yüzünde Dumuklu Köyü var. Kimse kadın haklarından ve kadından söz etmezken Nure Cumhuriyet’in ilk kadın köy muhtarı olmuştu. Dirayetli ve sözünün eri bir kadındı. Tam otuz iki yıl muhtarlık yapmıştı.  Zaman zaman,  Nure’nin yiğitliğini başından geçenleri sen bize anlatırdın. Şimdi onun hayatının romanını yazdım. Cumhuriyetin 97. Yılıydı. Ön sayfasında  “Başta anam Eme’ye ve Cumhuriyetimizin 97.yılında tüm kadınlara bu kitabı ithaf ediyorum” diye senin ismini anarak başladım.  Her romanımda sen varsın, yaşadıklarımız var.  Yoksulluğumuzu, çektiğimiz acıları işkenceyi ve zulmü yazdım.

         Her çarşıya çıktığımda, koltuğumda kitaplarla dönerdim. Sen beni uyarır,

         “Bu kitapları alıyorsun alıyorsun ne zaman bunları okuyacaksın?” diye sorardın. Gün gelir boş zaman bulur okurum diyordum. O günkü koşullarda az okuyordum. Okuma fırsatı bulamıyordum. Şimdi emekli oldum, okuyacak kadar bol zamanım var. Hanı siz ona “Kurulüle” diyordunuz. Zamanınızda koleradan insanların nasıl kırıldığını, insanların arka arakaya nasıl öldüklerini, anlatırdın.  Şimdi ülkemizde Kovid 19 diye bir hastalık peyda oldu. Günde üç yüz, dört yüz insanı alıp götürüyor, Kovid 19 hastalığı çok bulaşıcı bir hastalık, başta yaşlıları alıp götürüyor, hükümet hep bizi düşünür ya!  Sağlığımızı korumak için biz yaşlılara dışarı çıkma yasağı koydu. O zaman ben de dışarı çıkmadım, inzivaya çekilir gibi odama kapandım, o güne kadar okuyamadığım kitaplarımı birer birer okumaya başladım. Kendi kendime söz verdim. Bu kez boyum kadar kitap okuyacağım dedim, inanır mısın? Mart 2020 de başladım, Haziran 2021 kadar kendi boyumda 40 bin sayfa kitap okudum, boyum 1,67 m idi. Yine de okuyamadığım çok kitabım var. Artık kitap okumayı alışkanlık haline getirdim. Kendimi zorlamadan onları bitirmeye çalışacağım.

         Anacığım unutmadığım bir şey daha var, ben gündüzleri şantiyelere giderdim. Hatırlıyorsan “Köle İzavra” diye bir dizi vardı. Çok dramatik bir diziydi, sen onun hastası olmuştun.  Televizyon, gündüzleri o diziyi gösterirdi. Sen gündüzleri onu izler, akşam eve döndüğümde  Köle İzavra’nın başından geçenleri bana anlatırdın. Sen o dizinin nasıl hastası olmuşsan, ben de şimdi başka bir dizinin hastası oldum. Arka arkaya önce babamı, harman üstünde düven sürerken kalpten, sonra İstanbul Heybeliada Sanatoryum hastahanesinde, veremden kaybettiğimiz Zeynel abimin, arkasında Almanya’da beyin tümöründen ölen Mustafa abimin cenazeleri kapımızın önündeki iğdenin altına indirirlerdi. Yani birer yıl arayla üç cenaze kalkmıştı iğdenin altında. Bu acılar yetmez gibi bir de beni öğretmenlikten atmışlardı.  Cenazelerimiz, hep o iğdenin altından kalkardı. Sen “ Lavo Lavo oy lemino” diye ağıt yakardın. Ağıtın sonunu uzatırdın, Tıpkı LAKASA DE PAPEL dizisindeki başlangıç müziği gibiydi ağıtların.  Sen ağıt yaktığın zaman hepimizi ağlardık. 
         Şimdi dünyayı kasıp kavuran bir İspanyol dizisi var, adı “LA KASA DE PAPEL’E”  b dizisinin hastası oldum.  Neden hastası oldum diye sorarsan?   Dizinin başlama müziği tıpkı senin yaktığın ağıta benziyordu. Demek İspanyol Müziği, ilhamını bizim ağıtlardan alıyormuş, onu izlediğim zaman hep senin yaktığın o ağıt kulağımdan çınlıyor ve seni anıyorum. Tabi sadece senin ağıtını değil, bir de bin dokuz yüz yetmiş ile seksen yılları arasında devrim yapacağız diye mücadeleye başlamıştık. Bazı yoldaşlarımız devrim uğruna para bulmak için banka soygunlarına giriştiler. İşte LA KASA DE PAPEL dizisi bizim mücadeleye benziyor. Tek farkı onlar soygun amaçlı olup teknolojinin gelişiminden çok yararlanmışlar, bilgisayar kayıtları ve bilgisayar kameralarıyla birbirleriyle iyi bir iletişim sağlıyorlardı. İspanyol soyguncuları İspanyol kraliyet bankasına girdiler, banka çalışanlarını rehin aldılar. Belki iki yıl bankanın içinde kaldılar. Savunmaları da müthişti. Hükümette uluslararası af örgütünden korktuğu için saldıramıyor can kayıpları vermekten korkuyordu. Soyguncular da içerde cana kıymıyor kan akıtılmasına izin vermiyorlardı. Sonunda, soyguncular kayıp vermeden bankayı soydular. İnanır mısın tam bir milyar avro dışarı çıkardılar. Bu paranın dört yüz milyon avrosunu Madrid’in en kalabalık meydanında helikopterden halkın üzerine yağdırdılar. Madrid halkı, soygunculara öyle bir sahip çıktı ki inanamazsın. Sokaklara caddelere, meydanlara döküldüler, kimiler başlarını pencerelerden dışarı sarkıtarak soyguncular lehine sloganlar atmaya başladılar. Adı her ne kadar soygun olsa da bu bir devrimci tavırdı. Kazandığını halka dağıtmak…   Soygunun zaferle sonuçlanmasının ardından,

Soyguncular Çao Bella Çao Bella direniş marşını söylüyorlardı.

 (HOŞÇA KAL SEVGİLİM )    ÇAO BELLA, ÇAO BELLA

“Bir sabah uyandığında cao belle çao bella cao cao çao…

Bir sabah uyandığımda çao bella çao bella çao çao çao…partizano

Düşmanı yurdumda buldum Partizano

Partizan götür beni buralardan”

Çao bella, çao Bella, çao çao çao…  diye marş devam eder gider…

Biz de bu marşı çok söylerdik. Hani otuz bin, kırk bin kişilik mitingler düzenlenirdi Anakara’da İstanbul’da.  Biz o mitinglerde TEK YOL DEVRİM diye sloganlar atardık. Bir mayıslarda da Çao Bella Çao Bella marşını söylerdik. Bize ne oldu bilmiyorum anacığım, otuz binlik, kırk binlik mitinglerimize ne oldu? O kabalalıklar nereye gitti,  kar gibi eridi, hepsi yok oldu gitti.  Oysa sözde çok kararlı görünüyorlardı. İçlerinden en pasifi bendim. Ben ancak sokaklarda meydanlarda caddelerde bildiri dağıtırdım, bir de duvarlara afişler asardım. Yani devrimcilerin ayak işlerini yerine getirirdim.  Sonra duyduk ki, benim dışımda, kimileri köşe olmuş köşeyi dönmüşler, ben ise işsiz güçsüz kalmıştım. İş bulmak amacıyla bir gün köşe olmuş çok iyi tanıdığım bir arkadaşımın kapısını çaldım. İş istedim, beni tanımadı, “iş yok” diyerek kapıdan kovar gibi kovdu beni. İşte bu olay bana öyle bir acı verdi ki, hiç sorma. Acı geldi yüreğime top gibi oturdu. Başım döndü gözlerim karardı, ne ileri gittim ne de geri. Orada bir duvara yaslandım, dinlenmeye başladım.

İşte böyle anacığım acıdan kaçmak gibi bir şey olmaz. Her zaman insanın durduğu bir nokta vardır. O an bütün acı yüreğini deler geçer, ne yaparsan yap acı geçmeyecek gibi yüreğine oturur. Acı büyürse yüreğindeki acı da büyür.  Devrim uğruna kimileri canlarını verirlerken acıları yüreğinde top olurken, kimileri de köşeyi dönmek için karşı tarafa geçmiş, yüklenici olmuş, köşe olmuşlardı. Kimileri karşı tarafın gazetelerinde köşe yazarı olmuş, herkes düzenin bir ucundan yakalamış kendilerine yeni bir düzen kurmuşlar, karşı tarafın borazanını öttürüyorlar. 

Biz de onların peşlerinden gitmiştik, ne kadar da alkışlamıştık. Şimdi düşünüyorum da meğer kimlerin peşinden gitmişiz kimleri alkışlamışız?  Yazık oldu dava uğruna ölen yoldaşlara, yazık oldu asılanlara, işkence çekenlere, çok yazık oldu. İşkence dedim de aklıma geldi İşkencede meğer uluslararası ünlere kavuşmuşuz. LAKASADA PAPEL DİZİSİNDE DE  rol almışız. Osman Aksoy gibi bir Türk işkencecisi Cezayir çölünde bir mahkûma mezarını kazdırıyor, mahkûmu diri diri mezara gömüyor, üstünü de sıcak kumla kapatıyor. İşte böyle anacığım yani başka şeylerde meşhur olamıyoruz, ama işkenceden, kara para aklamadan uyuşturucu kaçırmaktan dünyaya nam salmışız.    

İspanyol soyguncuları soygundan sonra Çao Bella Marşını söylüyorlar, biz de halen söylüyoruz. Ama cılız, ama sönük, gün gelecek Cao Bella’nın ateşi yükselecek, alevi tüm dünyayı sarsacak. İşte LAKASA DE PAPEL’LE yeniden dünya gündemine oturdu. Herkes her yerde bu marşı söylüyor. Ülkemizde bu marşı en güzel Grup Yorum söylüyor. Belki merak edersin diye bu direniş marşının öyküsünü sana anlatmak istiyorum, tıpkı yaşantımızı dile getiriyor.

          Bir zamanlar, İtalya'nın kuzeyinde Po ovasında çalışan işçiler ve köylüler, kötü ve ağır koşullar altına çalışmak zorunda kalıyormuş. Bundan dolayı şartları iyice kötüleşmeye başlamış. Köylüler kendi aralarında bu şarkıyı bestelemişler. İsyankâr bir beste olarak, Çav Bella şarkısını önce Mussolini’ye, sonra Alman işgalcilere karşı direnen anti-faşistler şarkı sözlerinin bir kısmını değiştirerek Çav Bella’yı direnişlerin temsili şarkısı haline getirmiş,  ilk kez 19. yüzyılın sonlarında İtalya’da söylemişler.

 Nazi Almanya kuvvetlerinin İtalya'yı işgal ettiği 1943-1945 yılları arasındaki İtalya direnişi sırasında İtalyan Partizanları, şarkının sözlerini değiştirerek faşizm karşıtı bir marşa dönüştürdüler. Partizanlar, faşist İtalya Sosyal Cumhuriyetinin,  Nazi Alman müttefikleriyle mücadele ederken de şarkıyı protesto olarak söylemeyi sürdürdüler. Biz de zaman zaman direnişlerde da bu şarkıyı faşizme karşı direniş için söylerdik. Bu şarkı esasen 1970 – 1980 dönemindeki direnişlerimizi ve protestolarımızı hatırlatıyor onun için “LA KASA DE PAPEL” dizisinin hastası oldum.

         Sevgili anacığım 1980 nin acıları bitmezken şimdilerde daha kötüsünü yaşıyoruz. Kindar ve dindar birileri geldi başımıza, halkımıza kan kusturuyor. Eski mollalar gibi eline uzun bir sopa almış, gık diyenin başına küt diye indiriyor, “sesini kes” diyor. Bu nedenle nice insanımız, seslerin çıkardı diye suçsuz sebepsiz yere işkence olsun diye hapislere attırıyor, ya da onları evlerinde hapsettiriyor. Bu yılın en büyük olayı nedir diye sorarsan, hani kadınlara azıcık özgürlük tanıyacak olan, İstanbul Sözleşmesi vardı.   19 Mart 2021 günü,  eli sopalı kindar ve dindar adam, kadınlar söz ve karar sahibi olmasınlar diye Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden çıkardı. 2011 yılının Mayıs ayında İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısıyla hayatımıza giren İstanbul Sözleşmesi, 10 Avrupa devletinin onayının ardından yürürlüğe girmişti. İstanbul’da imzaya açıldığı için de sözleşme uluslararası alanda “İstanbul Sözleşmesi” olarak yerleşmişti. 19 Mart 2021 tarihinde Resmi Gazete ‘de yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararı ile Ülkemiz, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkarıldı.

Yani diyeceğim odur ki sen gideli hiç iyi günümüz olmadı, bir milim ileri gidemedik, hep geri gittik. Bitmedi, acılar devam ediyor… Diyebilirim ki, sadece sen değil, birçok ana hala gözyaşı döküyor, kayıp evlatlarını arıyor, onlara ağlıyorlar. Senin yaşadıklarının belki daha ağırlarını yaşadılar ve yaşıyorlar.                

         Anımsıyor musun anacığım, senin adını yaşatmak için torununa Emine Ceren adını koymuştum. Emine Ceren adına yakışanı yaptı. Son makalesini yazdı, iki yıldır doçentliğini bekliyor, torunun Berdan, uluslararası tanınan iyi bir tasarımcı oldu. Bundan önce bir Fransız firmasıyla çalışıyordu. Şimdi bir İsveç firmasıyla çalışıyor. Bugün 20 Aralık 2021, bizden ayrılalı on iki yıl oluyor. O  günden bu güne inan seni hiç unutmadık. Biliyorum zaman zaman bilmeyerek, elimde olmayan nedenlerle seni üzdüm, beni affetmeni istiyorum, fedakâr anacığım, bize karşı yaptığın fedakârlıklara karşı seni hiçbir zaman unutmadık unutmayacağız. Hemen her gün, her an yanımızdasın, bizimlesin, bizimle yaşıyorsun sevgili anacığım...

Hiç yorum yok: