ANAMLI YILLAR
Bugün 20 Aralık 2023, ölümünün dördüncü yılındayız. Anımsıyor musun anacığım? Ağabeyim Mustafa genç yaşta Almanya’da ölünce tabutunu Türkiye ‘ye getirdiler, kapımızın önündeki iğde ağacının altında indirdiler. Defin işlemleri Almanya’da yapıldığı için burada yapılacak bir işlem yoktu. Ailece üzüntü içindeydik evimize köyümüze bir hüzün çökmüştü. Anacığım sen yine feryat figan ağlayarak ağıtlarını sürdürüyordun. Hepimiz yaktığın ağıtların hüznüne kapılmış ağlıyorduk. Geride bir dul kadın ile birisi iki, birisi beş, diğeri sekiz yaşlarında üç çocuk kalmıştı. Babadan sonra sorumluluk büyük ağabeylere düşer. O nedenle onların sorumluluğu da bana düşmüştü. Ben de öğretmenlikten ihraç edilmiş işsiz güçsüzdüm. Bizim bir avuç toprağımız bile yoktu. Babam ortakçılık yaparak geçimimizi sağlıyordu. Babam ölmüştü. Tüm aile benim elime bakıyordu. Yani elde avuçta bir şey yoktu, ama bunları düşünecek değildim. İğdenin altında büyük kalabalık toplanmış, herkes üzüntü içinde, yas içindeydi. İğdenin altındaki kalabalık gruplar halinde kimi köşeye çekilmiş ayakta, kimi yere oturmuş ağabeyimin özelliklerinden bahsediyor kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Hiçbirinin yüzü gülmüyor hepsi arada bir (eyvah)deyip iç geçiriyordu. Ölü evi, köyü baskılıyordu sanki. Havada ölümün elemi ve ürpertisi vardı. Sonra kalabalık birden tabutun başına üşüştü, gömüte dek tabut omuzlarda taşındı. Köyün gömütü evimizin karşısındaydı. Cenazeyi gömdükten sonra herkes evine dağıldı. Ben de eve döndüm hüzün devam ediyordu.
O zaman gençtik delikanlıydık, sosyalizmi yeni öğreniyorduk. Sosyalizmle ilgili ne bulursak okuyorduk. Yaşama idealist bir ruhla sarılmış canhıraş çalışıyorduk. Sosyalizm yoksulların düzeniydi. Bizim aile de yoksuldu. Dünyanın anaları anamız, çocukları çocuklarımız, babaları babamız sayıyorduk. Dünyada kim eziliyorsa kim düşkünse onların yanında sayıyorduk kendimizi. Dünyada sosyalizm ne zaman kurulursa dünyanın ezilen anaları babaları çocukları o zaman kurtulur diye düşünüyorduk.
Sovyetler birliğinde, Çin’de, Küba’da sosyalizm kurulmuş, Vietnam’da, Laos’ta, Kamboçya da Angola’da Amerika’ya karşı kurtuluş mücadeleleri, aynı zaman sosyalist mücadeleler veriliyordu. Biz de onları kendimize örmek almış ülkemizde Amerika’ya karşı aynı zaman sosyalist mücadelesi veriyorduk. Ne ise uzun hikâye…
Ağabeyimin ölümünün üçüncü günüydü. Üçüncü gün ölü evinde yemek hazırlanır, gelene gidene lokma ikram edilir, dualar okunurdu. O gün evimizde yemek hazırlandı eşe dosta lokma ikram edildi, dualar okundu. Derler ki; ölünün ruhu üç gün evin üzerinde dolaşırmış. Yası da üç gün sürermiş, üç gün sonra ruh evden uzaklaşır, hüzün de hafiflermiş. Yani ruh gider hüzün de dağılırmış.
O zaman Amerika halkı afyonkeş olmasın diye Türkiye’de Demirel Hükümeti haşhaş ekimini yasaklamıştı. Malatya Türkiye’deki en önemli haşhaş ekim merkezlerinden biriydi. Haşhaş ekimi yasaklanınca Eylül 1970 yılında Demirel hükümetini protesto etmek amacıyla Malatya’da haşhaş mitingi düzenleniyordu. Gençtik, idealisttik, delikanlıydık o günkü koşullarda yöremizde sosyalizm artık bir ideal olmuştu. Ben de ayni ideali taşıyordum. Evimizde yas sürerken evden ayrılmak olmazdı, ama bir ideali taşıdığıma göre yas mas dinlemez haşhaş mitingi için çalışmalara katılmak istiyordum.
“Daha” dedi Annem, “Ağabeyinin toprağı kurumamışken sen nereye gidiyorsun? Kaldı ki haşhaş ekecek bir avuç toprağın bile yok, kim için ne için mitinge gidiyorsun?” Anam gitmeme karşı çıktı. Eee serde delikanlılık var durur muydum? Ertesi gün anamın ve büyüklerimizin karşı çıkmasına rağmen, onların hiçbirini dinlemeden haşhaş mitingi için yola çıktım. Doğru Malatya’ya gittim. Eylem komitesi, bize Akçadağ İlçesi’nin Kürne Aşireti ile Levent Nahiyesinin köylerini dolaşmamızı uygun görmüştü. Biz dört kişiydik, ikisi Üniversite öğrencisi, ikimiz de ihraç edilmiş öğretmenlerdendik. Arkadaşım Kalender Durdu da benim gibi öğretmenlikten ihraç edilmişti. Kürne köyleri ile Levent nahiyesi en çok haşhaş ekilen köylerdi. Kürne köylerini dolaştıktan sonra, bir ikindi vakti Levent Nahiyesine geldik. Toplanılacak kahve, ne de köy konağı vardı. Oldukça dağınık bir yerleşimdi. Mahalle, mahalle, ev, ev dolaşmak zorunda kaldık. Birinci mahallenin birinci evinden çıkmak üzereyken birden etrafımızı jandarma sardı. Nahiye müdürü bizden şikâyetçi olmuş, karakol komutanı altı jandarmayla bizi alıp karakola götürdü. Araştırdık soruşturduk Nahiye Müdürü aynı köylüymüş.
Dedim şu nahiye müdürü ile bir görüşeyim, ne de olsa hemşeriyiz aynı toprağın insanıyız, belki bize bir insanlık gösterir. Bir şey sorarsam yanıt verir, bizden ne zarar görmüş, niçin şikâyetçi olmuş? Sorup öğreneyim dedim. Karakol komutanından izin istedim, Nahiye müdürünün makamına vardım. Nahiye müdürünün öyle bir havası var ki, kimseyi görmüyordu gözü. Sanki dünyaları kendisi yaratmış. Hani “öküz saraya çıkınca kral olmaz!” derler ya… Sanki Nahiye Müdürü için söylenmiş bir söz!
“Efendim” dedim. “Bizden neden şikâyetçi oldunuz, biz size ne yaptık? Ne zararımızı gördünüz bizi buraya neden getirttiniz?”
“Hökümete karşı çıkıyorsunuz, anarşik işler yapıyorsunuz.”
“Bakın müdür bey,” dedim, “Biz ne hükümete karşı çıkıyoruz, ne de anarşistlik işler yapıyoruz. Sadece haşhaşın yasaklanmasına karşı sesimizi hükümete duyurmak istiyoruz. Haşhaş halkımızın geçim kaynağı, haşhaş yasaklanırsa köylü aç kalır, haşhaş en çok sizin buralarda ekiliyor, siz neden rahatsız oluyorsunuz anlamıyorum? Biz haşhaşın yasaklanmasına karşı çıktığımız için mi rahatsız oluyorsunuz? ”
“Köylünün aç kalması size mi düştü!” dedi müdür “Hökümetimiz güçlü ve kuvvetlidir her çaresine bakar. Siz hökümette iyi mi biliyorsunuz? Siz anarşik işler yapıyorsunuz, hökümet hakkında bayaname dağıtıyorsunuz. Ben buna müsaade etmem.”
“Beyanname dediğiniz bir broşürdür. Hükümet haşhaşı yasaklamasın diye herkes okusun anlasın diye yazılmış resimli bir broşür, biz hükümetten haşhaşı yasaklamaması için sesimizi duyurmak istiyoruz, tek istediğimiz bu! Haşhaş hepimiz için bir geçim kaynağı. Sizin buraların da büyük geçim kaynağıdır. Amerika yasak dediği için hükümet de yasaklıyor.”
“Eee! siz hökümetin dediğine niye karşı çıkıyorsunuz, Siz hökümetten daha mı iyi biliyorsunuz. Hökümet her şeyi sizden daha iyi bilir merak etmeyin, yasak etmişse millet manfaatına yasak etmiştir, yasaksa yasak!”
Müdürün hal ve tavırları yumuşayacak gibi değildi.
“Efendim bizi bırakın gidelim. Biz kanunsuz iş yapmıyoruz. Bakın müdür bey benim haşhaş ekecek bir avuç toprağım bile yok. İki üniversiteli de var aramızda, onlar ta Üniversiteden derslerini okulunu bırakmış gelmişler, hiçbirimiz kendimiz için değil, sizin için buralara kadar geldik.
“ Gelmeseydiniz” dedi Müdür, “sizi ben mi çağırdım, kim çağırdı. Yok, olmaz!” hökümete haber yolladım, haber gelinceye kadar buradan bir yere çıkamayacaksınız!”
Baktım olmayacak, belki havası iner diye bu kez de hemşericilik yönünden konuya gireyim dedim.
“Bakın ben Keller köyündenim. Bir arkadaşım Kacık’lı köyündedir, ikimiz de öğretmeniz aynı toprağın insanlarıyız. Sizin buralı Mehmet Durak, Hasan Durak adında ah baplarımız vardır. Akçadağ’da dükkânları var. Onlar da Kürt oldukları için, alış verişimizi hep onlardan yaparız. Biz sizinle hemşeriyiz aynı toprağın insanlarıyız. Siz de Kürt’sünüz, ben de kürdüm. Bakın gece oldu karanlık çöktü bizi daha fazla bekletmeyin bırakın gidelim!”
“Siz başka, biz başkayız.” Demez mi müdür.
“ Anlamadım ne demek siz başka, biz başkayız?”
“Siz A la vu su nuz!”
“Niyetiniz şimdi anlaşıldı” dedim. Umudumuzu kestik, hemşerilik de bizi kurtaramamıştı. Gece yarısına kadar karakolda bizi boşu boşuna aç susuz bekletti müdür. Ne olduysa gece yarısından sonra Akçadağ Karakol komutanlığından bir telefon geldi. Gece yarısını geçe bizi serbest bıraktı hemşerim müdür.
O günkü koşularda gece vakti Akçadağ’a, ya da Malatya’ya gidecek vasıta yoktu. Ne kalınacak, ne de oturulacak yer vardı. Herkes yatmış uyumuş. Gecenin karanlığı ve korkunç sessizliği köyün üstüne çökmüştü. Gece yayan yola çıkmak zorunda kaldık. Kuşluğa doğru Akçadağ’a vardık. O gün Malatya’da miting başlayacaktı. Mitinge yetişmek zorundaydık. Aç susuz ve uykusuz, sabah otobüsü ile Malatya’ya gittik. Malatya hükümet meydanında kalabalık oluşmuş gruplar halinde insanlar meydana akın ediyorlardı. Saat ikiye doğru miting başladı. Başlangıçta bir sorun yoktu. Konuşmacılar haşhaşın yasaklanmasıyla ilgili konuşmalar yaptılar. Bu yasaklamanın memleketimize hayrı yok, büyük zararı var, ancak Amerika hükümeti kendi milleti afyonkeş olmasın diye hükümetimize haşhaşı yasaklattı. Halkımız bundan çok mağdur olacak onun için bu yasak derhal kaldırılmalı diye konuşmalar yaptılar. Bu arada üreticilerden de konuşanlar oldu. Miting sona ermeden Atatürk’ün heykelini ziyaret edecektik. Kışla caddesine doğru kalabalık yavaş yavaş yürümeye başladı ki nasıl ki kurt bir sürüye dalar sürü darmadağın olur, polisler de kalabalığa anında saldırmaz mı? Kalabalık köşe bucak dağılmaya başladı. Herkes bir yerlere kaçıştı. Ne var, ne oluyor demeye kalmadı, itiş kakış başladı herhangi bir izdihama yol açmamak için biraz yavaştan aldım. Çünkü aramızda kadınlar çocuklar vardı. Daha kaçmaya fırsat bulmadan bir polis kolumdan yakaladı. İtiş kakış çekişme derken polisin elinden kurtulamadım. Benimle birlikte beş kişi daha yakalanmıştı. Biz altı kişiydik, demek bugün başıma gelecekler varmış, yazgı denilen şey buna denirmiş. Yakalanır yakalanmaz nispet olsun diye polisler etrafa korku ve gözdağı vermek amacıyla dayak faslına başladılar. Kafa, kaş göz demeden sürekli coplar kalkıp iniyordu. Arabanın içine kadar dayak işkence devam etti. Arkadaşlarımız OTDÜ öğrencisi Mehmet Emanet, İstanbul Üniversitesinde Nuri isminde bir öğrenci, Öğretmen Hasan Basri, basın yayın öğrencisi Hüseyin Şahin. Bir de Gaziantep’ten gelen adını anımsamadığım birisi vardı, biz ona halkacı diyorduk.
Karakolda şiddet daha çok arttı, gelen vuruyor, giden vuruyor, elimiz kelepçeli kimi tokat, kimi tekme atıyor, kimi de elindeki copla vuruyor, sanki o güne kadar birikmiş tüm kinlerini, hınçlarını bizden çıkarıyorlardı. Savcılık hükümet konağının içindeydi. Ara koridordan Savcılığa giderken memurların gözü önünde kimi küfrederek yumruk atıyor, kimi tekme atıyor, kimi de geçerken tokat atıyordu. Karşıdan gelenler karnımıza, yanımızdan geçenler böğrümüze, geriden gelenler de sırtımıza, artık hangimize denk gelirse vurup geçiyorlardı. Savcılığa girinceye dek küfür şiddet devam etti. Gören memurlar filim seyreder gibi işlerini güçlerini bırakmış seyrediyor öküzün trene baktığı gibi bize bakıyorlar, hiç kimse:
“Eli kelepçeli adamları neden dövüyorsunuz” demedi. Savcılığa çıktığımızda, bu kez savcı bizi haşlamaz mı? Ne eşkıyalığımız kaldı, ne anarşistliğimiz kaldı. Ne asiliğimiz kaldı, ağzına geleni söyleyerek ifademizi aldı. Mahkemeye sevk etti. Mahkemeye giderken ağıza alınmayacak küfürlerle dayak faslı başladı koridor boyunca devam etti. Mahkeme salonunda bile, polisler, yapmadığımız şeyleri yaptı diye gösterdiler. Söylemediğimiz şeyleri söyledi diye üstümüzde ifade verdiler. Mahkeme, bizi Toplantı ve Gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefetten cezaevine gönderdi. Ertesi gün bir doktor geldi. Bizi soydu sırtlarımızdaki cop izlerine, başımızdaki şişlere baktı, hepimizin vücudu yara bere içindeydi. Doktor iyi bir rapor vermişti, polisler hakkında ne gibi bir işlem yapıldı, yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz. Siyasi mahkûm olduğumuz için bizi kapalı bir hücreye attılar. Güneşe maviye yıldızlara karşı içimizde bir hasretlik başlamıştı. Mapushane demir kapı dört kalın duvar vız gelir, ama alnımda korkunç acıların cenderesi çatlamasa. Orada neler olmuyor ki, zindan zindan içinde çileler yeni çilelerle doluyor, tadına doyum olmaz acılıkta türkü sesleriyle birlikte anamın ağabeyimin ve çocukların görüntüsü gözlerimin önüne geliyordu. Mapushanenin karanlık geceleri buz gibi soğuk betonları, düşlerimizi düşüncelerimizi hayallerimizi obur gibi yutuyordu. Düşlerle düşünceler gardiyanların kapkara karanlık ruhları bana cehennemin zebanilerini anımsatıyordu. Kendimi dinledim, benim de içimden yepyeni karanlıklarla ilk genç acılar uluyordu. Acaba cehennem dedikleri yer böyle bir yer miydi? İnsanlara göç açtırmayan kapısında gardiyanlara benzeyen zebanilerin beklediği demir kapılı bir yer miydi? Tam dört ay cezaevinin karanlık gecelerinde zebanilerle geçti günlerimiz. Cezaevine girişimizden birkaç gün sonra annem ziyaretime geldi. Kırgın ve üzgün olduğunu gördüm, aynı hüzün yüreğime bir hançer gibi saplandı. Gözleri kızarmış, belli ki ağlamıştı, başındaki poşuyla yarı yüzünü kapatarak hücre deliğinin arkasında durdu, beni şöyle bir süzdü, bir bakış fırlattı, bir şey söylemedi, bazen bir bakış birçok sözden daha etkili olabiliyordu. Annem sadece “Nasılsın?” diyebildi, daha fazla bir şey diyemedi, o an ben de çok duygulandım, ağlamak geldi içimden ama kendimi zor tuttum. Ancak “İyiyim” diyebildim. Dolu olduğunu biliyordum. Daha fazla dayanamadı, Allah ısmarladık demeden gözündeki yaşlarla geri döndü gitti. Biliyorum giderken de ağlayacaktı.
Sevgili anacığım başımızdaki acılar yetmiyormuş gibi, acıların en büyüğünü ben sana yaşatmıştım. Bilemem beni affedecek misin?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder