ÖLÜMSÜZ İLHANLARIN ARDINDAN
Hasan ÇERÇİOĞLU
Yönetim Kurulu Üyesi
İlhan Selçuk'u kaybettik. Gıllıgışlı bir operasyonda değil, insan doğasına has yorgunluk ve çaresizlik hastalığı sonucu. Selçuk'un ölümü aklıma tanıdığım başka bir İlhan'ı getirdi. Sadece tanıyanların ya da ilgisi olanların hatırlayacağı bir İlhan'ı. İlhan Erdost'u... İki kalem sevdalısı, belki buluşmuş, anıları yâd ediyorlardır şimdi. İlhan Selçuk'u anarken bile, Erdost'u düşünmeden yapamıyor insan. Belki de İlhan, bizim İlhanımız da, İlhan Abi'nin cenazesinde olurdu, beyazlamış saçlarıyla... Hep aklımda aynı söz dolaşıyor: Bir baba asla çocuğunu toprağa vermemeli...
İlhan Selçuk Türkiye'de işkencenin belgesini hazırlamış sonra da yayımlamış ilk aydınlarımızdan, İlhan Abi'yi işkencede hayatını kaybedenleri anmadan anmak, eksik anmak olurdu kanımca. Bu yüzden ben de tanıdığım iki İlhan'ı anlatmak istedim sizlere.
İlhan Selçuk, Cumhuriyet Gazetesinin imtiyaz sahibi, sol düşünceye sahip bir cumhuriyet aydınıydı. Hep düşüncelerinden dolayı hedef haline getirildi. Sol; ışıktı, aydınlıktı, işti, emekti, alın teriydi. Sol; hızdı, süratti, karanlığın üstüne doğan güneşti. O güneşin ışığı, İlhan Selçuk’un penceresinden evlerimize yansırdı. O güneşle aydınlanırdık her sabah.
Güneş kurdun kuşun yuvasını aydınlatır, börtü böcek, güneşle uyanır her sabah. Güneş doğayı uyandırır tüm canlılara hayat verir. Ruhları tazeler, insanların canlarına can katar. Her canlı doğanın birer parçasıdır. Her canlı üstüne doğan güneşten payını alır, daha bir canlılık kazanır. Yerleşik düzene geçince yapıya ihtiyaç duyan insanoğlu, yapılarına girip çıkmak için kapılar koydu, evlerine ışık girsin, evleri aydınlansın diye duvarlarında pencereler açtı. Teknoloji geliştikçe pencereler büyüdü. Hatta bazı büyük yapıların tamamı pencerelerden oluştu, daha çok ışık girsin, daha çok aydınlansın diye.
İşte kimi insanoğlu güneş kadar aydınlatıcı, güneş kadar etkileyici olur. Kimi insanlar da bu aydın insanların ışığından yararlanır ve böylece başkalarının da yolunu aydınlatırlar. Kim ki insanlığa hizmet ederek insanlığın aydınlık geleceğine bir katkı sunar ve arkasında bir yapıt bırakırsa, güneş kadar ölümsüz, güneş kadar kalıcı olur eserleri. Ne var ki, bazı canlılar güneşten hoşlanmazlar, aydınlığı sevmezler, karanlıklara sinerler güneşi görünce. Hatta bazıları kafalarını toprağa gömer, aydınlıktan ve güneşten korkarlar. Yarasalar gibi, hamam böcekleri gibi. İşte aydınlıktan korkanlar, kafalarını kuma gömüp güneşin ışığına dayanamayanlar, her ne kadar evlerinin pencerelerini büyütseler de, kafalarındaki pencereleri büyütemediler. Işıktan ve aydınlıktan korktular. Kafalarının içindeki ampullerin patlamasından çekindiler. Bu nedenle İlhan Selçuk’un penceresinden evlere yayılan ışığı karartmaya, onu balçıkla sıvamaya çalıştılar. Oysa güneş balçıkla sıvanmazdı, kara çalınmazdı ona. İşte bu gerçeği, göremeyenler, kara üstüne kara çaldılar İlhan Selçuk’a. Bir sivil darbe sonucu İlhan Selçuk’un önüne pusu kurup ölümüne sebep oldular.
İKİ İLHAN TANIRIM: Biri İlhan Selçuk, diğeri İlhan Erdost. İlhan Erdost Sol yayınlarının, İlhan Selçuk Cumhuriyet Gazetesinin imtiyaz sahibiydi. İkisi de sol düşünceye sahiptiler. İkisi de düşüncelerinden dolayı hedef seçildiler. 12 Mart darbesinde 1. Ordu'nun bulunduğu İstanbul bölgesi sorumlu sıkıyönetim komutanı Faik Türün, kendi yetkilerini kullanarak işkenceler uyguluyordu. Ziverbey Köşkü bu işkencelerden biriydi.
“Gözlerim bağlı olduğundan hiçbir şey görmüyordum. Birileri beni yere yatırmışlar, çoraplarımı çıkarmışlardı. Ayak bileklerime bir alet geçirilmişti. Bir manivelanın ya da vidanın sıkıştırıldığını duyumsuyordum. Öyle bir an geldi ki, bacaklarımı kıpırdatamaz oldum. Bir yağ mı sıvı mı sürüyorlardı tabanlarıma, sonra sopa inip kalkmaya başladı. Kendimi acıya katlanabilir sanırdım (...) ancak falakanın verdiği acı hiçbir acıyla kıyaslanamaz (...) Taa kemiklerine işleyen bir acı duyuyor insan. Başlangıçta bağırmamak için kendimi tutuyor, dişlerimi sıkıyordum. Ama sonra kendimi bıraktım; çünkü ne kadar çabalarsan çabala sesine gem vuramıyorsun. Önce hırıltı başlıyor, ardından feryada dönüşüyor, hayvanlaşıyorsun. Olayın bir de ruhsal yanı var ki, bedensel acının üstüne biniyor. Kendini aşağılanmış olarak görüyorsun..."
İlhan Selçuk bu işkenceden ölmedi sağ kurtuldu belki. En ağır işkenceye dayandı ama ağır bir söze, kuru bir iftiraya dayanamadı yüreği. Önüne kurulan hain bir tuzakla öldürdüler Selçuk'u.
12 Eylül 1980 faşist cuntası Mamak Askeri cezaevinde: “Bir astsubay odaya giriyor, arkasında iki er, diğerleri kapının hizasında bekliyor. İbrahim adındaki er, Erdost’lara görüşlerini soruyor. “Sol” yanıtını alıyor. Bu yanıta baş sallıyor er İbrahim Keskin. Bu baş sallayış, sola ve solculara duyulan bir nefretin, bir öfkenin, bir kinin, bir intikamın baş sallamasıydı. Çünkü ağa babalarından bunu öğrenmişler bu talimatı almışlardı. İki er önde, iki er yanlarında ellerinde çantalarla çıkıyorlardı merdivenli odadan. Kapı çıkışı boşluğunda eşyalarını aramak bahanesiyle Erdostları durdurdular, erler aralarında görev ve iş bölümü yapmışlar gibi, iki er İlhan’ın başına, iki er de Muzaffer’in başlarına indiriyorlardı copları, tekme tokatları ve de dipçikleri. Başlarında astsubay Şükrü Erbağ film izler gibi izliyordu onları.
“On yaşındaki bebeleri zehirlediniz, içerisi sizin zehirlediklerinizle dolu “ diyordu Şükrü Erbağ.
“Ne olur dövmeyin, uyuyan küçük kızımı uyandırmaya kıyamadan getirdiler beni buraya” diyordu İlhan Erdost
Erdost, 12 Eylül Faşist cuntası tarafından öldürülmüştü. Sivil bir darbede önüne kurulan bir tuzakla ölümüne sebep oldular Selçuk’un. Yediği dayaklar sonucu “Nefes alamıyorum “ demişti Erdost. Ağzından dökülen son söz bu olmuştu. Nefes alamıyordu. Artık geri dönülemez bir yola düşmüştü Erdost
“Pazartesi günü yürekten ameliyat olacağız" demişti Selçuk, "söylenenlere bakılırsa epey gıllıgışlı bir operasyonmuş, nalları havaya dikersek bozulmayalım olur böyle şeyler” yayın hayatındaki son sözü bu olmuştu Selçuk’un. Tanıdığım iki İlhan da son sözlerini söylediler. Ölümden korkmadan, kabul ederek ayrıldılar aramızdan. Can yakmadan, kimseyi kırmadan gittiler. İnsanın doğasını bilerek ve tüm acılara göğüs gererek bıraktılar bizi.
Onlara fani nasıl denir? Yüreğine tüm dünyanın sevgisini sığdıranlara, arkalarında büyük eserler bırakanlara nasıl ölümlü denir? Onlar ölümlü değillerdi. Türk yazın tarihine ve basınına yaptıkları katkıları düşününce, onlara öldüler demek yüreğimi acıtıyor, onlar sadece aramızdan ayrıldılar. Onlar, ölümsüzlük mertebesine yükseldiler. Yapıtları okundukça, elden ele dolaştıkça, okuyanların ruhları tazelenecek ve onları okuyan her ruhun içinde onların ruhundan bir parça sonsuza dek yaşayacak. Ruhları şad olsun, ölümsüz saygı değer İlhanların.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder