25 Şubat 2022 Cuma

 

MUZAFFER İLHAN ERDOST’U ANMAK.

Ölümünün 2. Yıldönümünde Sol Yayınlarının kurucusu, düşünür, şair, yazar, ressam, insan hakları savunucusu, devrimci insan Muzaffer İlhan Erdost'u saygıyla anıyoruz.

Bu gün 25 Şubat 2022. Bundan iki yıl önce bu gün Muzaffer Erdost’u kaybettik. Muzaffer Er Dost’la Türkiye İnsan Hakları vakfında birlikte çalıştık. Onun için Muzaffer Er Dost’u yakında tanırım. O bir yazardı, bir düşünürdü, bir edebiyatçıydı bir şairdi. esas işi yayıncılıktı.

1961 anayasası özgürlükçü bir ortam yaratmıştı. Bu özgürlükçü ortamda devrimci dalga yükselişte, sol ve sosyalizmin kapısı açılmıştı. Muzaffer İlhan Erdost, önce sol yayınevini, sonra onur yayınevini kurmuştu. Bilimsel sosyalizmin yayınlarını bu yayın evinde basıyor dağıtıyordu. O günkü özgürlük ortamında aydınlar ve gençler arasında sol dalga hızla yayılıyordu. Yayınevinde kitaplar basılır basılmaz iktidar tarafından toplatılıyor, yayın yapanları en ağır cezalara çarptırıyordu.

1961 anayasası, özgürlük ortamı yaratmış, Türk Ceza Kanunun 141 ve 142. maddeleriyle, çeşitli suçlar hakkında hükümler koymuştu. Bunlardan birincisi, sol dernekleri, sol yayınları suç saymış, ABD emperyalizminin McCarthycilik ya da İkinci Kızıl Panik, 1940'lı yılların sonunda başlayıp 1950'li yılların sonuna değin ABD'de sürmüş antikomünist kuşkuculuğunu belirtmektedir. İkinci Kızıl Tehlike olarak da anılan terim, adını ABD senatörü Joseph McCarthy'den almaktadır.

Bu dönem süresince, birçok insan işten kovulmalara, işyerlerinin yok edilmesine ve tutuklanmalara maruz kalmıştır. Bu olaylar, Soğuk Savaş'ın bir parçası olmuştur. Makartçilik özellikle orta doğunun jandarmalığını yapan ülkemizde de uygulanmaya konulmuştur. Faşist yöntemlerle anarşizmi, diktatörlüğü, ırkçılığı ve millî duyguları yok etmeği ve zayıflatmayı amaç edinen bazı dernekleri cemiyetleri yasaklamıştı. 142. madde ise, birincisine paralel olarak, komünizm, anarşizm, diktatörlük, ırkçılık propagandalarını ve millî duyguları yok etmeğe ve zayıflatmağa yönelen propagandayı cezalandırıyordu. Bu koşullarda bağımsızlık demokrasi sosyalim mücadelesi sürdürmek oldukça zordu. Sosyalizm demek işçi sınıfı iktidarı demek suç sayılıyordu. Emperyalizm ve egemen sınıflar ezilen emekçi sınıfların yani işçi sınıfının uyanmasını ayağa kalkmasını sosyalizm düşüncesine yönelmelerine, onların örgütlenmelerine tahammül edemiyor buna fırsat vermiyordu. Bunu engellemek için en barbar yöntemler kullanıyordu. Aydınları yazarları düşünürleri gençleri kominizim propagandası suçlamasıyla topluyor, onlara ağır işkenceler yapıyordu. Buna paralel olarak dünyanın her yerinde aynı sistem devam ediyordu. İşte bu duruma direnmek, göğüs germek ve bedel ödemek gerekiyordu. Ülkemizde bu uğurda ödenen bedeller dünyada ödenen bedellerden daha az değildi. Aydınlarımız ve gençlerimiz nice bedeller ödediler. Kimi idam edildi, yüzbinlerce aydınımız işkenceden geçirildi, kimileri sürgünde öldüler, kimileri de ölümcül durumdayken yurt dışında tedavi görmesi gerekirken onlara pasaport vermediler, göz göre göre ölümlerine sebep oldular.

12 Eylül işkencelerinden bedel ödeyenlerden biri de Muzaffer İlhan Erdost kardeşleriydi. Mamak askeri cezaevinde bir astsubay yanında dört askerle odaya giriyor, İbrahim adındaki er,, Erdost’lara görüşlerini soruyor “Sol” yanıtını alıyor, Bu yanıta başını sallıyor İbrahim Keskin. Bu baş sallayış sola solculara duyulan bir nefretin bir öfkenin bir kinin bir intikamın baş sallamasıydı. Çünkü ağa babaları ona bunu öğretmiş, böyle talimat almışlardı. İki er önde, iki er yanlarında ellerinde çantalarla çıkıyorlardı merdivenli odadan. Kapı çıkışı boşluğunda eşyalarını aramak bahanesiyle Erdost’lar, durduruluyor. Erler aralarında görev ve iş bölümü yapmışlar gibi, iki er İlhan’ın başına, iki er de Muzaffer’in başlarına indiriyorlar copları, tekme tokatlarla ve dipçiklerle girişiyorlar!… Başlarında ast subay Şükrü Bağ filim seyreder gibi izliyordu onları.

“On yaşındaki bebeleri zehirlediniz, içerisi sizin zehirlediklerinizle dolu ”diyordu Şükrü Bağ. Onlara göre okumak öğrenmek, aydınlanmak hele solcu olmak zehirlenmekti. Karanlıkta kalmak bulanık sulardan avlanmak en iyisiydi.

İlhan daha eşyalarını toplarken erler Muzafferin kollarından çekip

“ Haydi, arabaya” diyorlar. Muzaffer tekme tokat ve coplardan kurtulmak için kapı çıkışına arkası yaklaştırılmış cezaevi arabasına bir an önce binmek istiyor. Bu arada arabanın arka basamakları içeri doğru eğrilmiş çekme halat kancasına basarak kendisini arabanın içine atıyor, iç bölümde sol yandaki sıraya oturuyor… Yine dışarıda tekme tokat sesleri duyuluyor. İlhan bir an önce içeri giriyor Muzafferin karşısına sağ köşeye geçip oturuyor. İki kardeş acı acı birbirlerine bakıp gülümsüyorlar… Bakışlarında acı vardı, hüzün vardı, çaresizlik vardı. Yanlarında dört asker paşalarından emir almışlardı. İçeride dövdükleri yetmiyormuş gibi bu kez arabanın içinde iki er İlhan’a, iki er Muzaffer’e bir daha bir daha yanaşıp vuruyor, sanki öldürmek için emir almışlardı.

Evet, Mamak’ta çığlıklar yükseliyordu. Aynı çığlıklar dalga dalağa dağları tepeleri aşarak tüm ülkeye yayılıyordu. Bu çığlıklar kardeşin kardeşe değil, kardeşlerin tüm insanlığa duyurmak istediği çığlıklardı.

“Uyuyan küçük kızımı uyandırmaya kıyamadan buraya getirdiler bizi, dövdürmeyin komutan “ diyordu İlhan. Başçavuş durdurmadı döğenlere, emir üstüne emir yağdırdı. Emir alan dört er vur deyince öldüresiye dövüyorlardı İlhan ile Muzafferi.

“Ölüyoruz yeter artık dayanamıyoruz” diyordu İlhan. Kim dinlerdi İlhanın çığlıklarını… Çığlıklar Mamak’tan yükselip Çorum’dan, Kahraman Maraş’tan, Sivas’tan, kopartılan çığlıklara karışıyordu. Aynı çığlıklar gökyüzünde salkım saçak olup tüm ülke sathına yayılıyordu. Koğuş kapısına beş adım kala geride yeniden sesler duydular. Bu sesleri duyar duymaz hızlandılar, geride

“Kaçma it oğlu kaçma” diyerek yine yetiştiler. Kapı boşluğunda yetiştiler, İlhanla Muzaffer’e… İlhan yüzükoyun yere düştü. Kaşını bir taşın kıyısına vurdu. Öyle kaldı. Yavaş ve güçlükle doğruldu. Sonra koğuşa zor girdiler. Kısa bir süre öyle kaldılar. Koğuşta ranzaya öyle uzattılar. İlhan’ın yüzü gözü kan içindeydi.

“Nefes alamıyorum” diyordu İlhan. Bu, İlhan’ın son sözüydü. İşte İlhanla Muzafferin sol yayınları yüzünden Faşistler tarafından başlarına gelenler. İlhanı öldürdüler, Muzaffer yaralı olarak çıkabildi. Muzaffer yılmadı, direndi, göğüs gerdi bilimsel sosyalizm yayınlarını yayınlamaktan geri kalmadı. İlhan’ın adını kendi adına ekledi. Muzaffer İlhan Erdost olarak adlandırdı kendini. Kitap evinin adını da İlhan ilhan Kitapevi olarak değiştirdi. Ölünceye dek bu adlarla yaşadı, hiç geri adım atmadı Muzaffer, sosyalizm yolunda klasikleri yayınladı ve mücadelesini sürdürdü. Marksizm sosyalist klasikler en çok okunan kitaplar oldu. Türkiye ezilen halkların işçi sınıfının uyanmasından örgütlemesinden Muzaffer İlhan Erdost’un payı büyüktür. Onu hiçbir zaman unutmayacağız. Ruhu şad olsun.

Beğen

Yorum Yap

Paylaş

 

Hiç yorum yok: