Değerli yoldaşlar,
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Derneğimizin adı “Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği’dir. Oysa bilimin yüzü
hep soğuktur. Ülkemizde bilime sıcak bakıldığı pek görülmemiştir. Bilim
insanlarımız çoğu zaman kendi alanlarında kabul görmek için ülke dışına çıkmak
zorunda kalmıştır. Örneğin kimya dalında Nobel Ödülü alan Aziz Sancar Amerika’da,
koronavirüs aşısını geliştiren Uğur Şahin ve Özlem Türeci gibi Almanya’da başarılarını
göstermişlerdir.
Derneğimizin baş kelimesi bilimdir. Ancak ülkemizde bilime mesafeli
durulduğu için derneğimiz üyelerinde de benzer bir soğukluk hissedilmiştir. Bir
tesadüf sonucu bilim üzerine bir sunumu yapma görevi bana verilmişti. O gün bu
salonda yaklaşık on kişi vardı. Moderatör Oğuz Gemalmaz, Başkanımız Ahmet
Telli, sekreter üye Cengiz Kaplan, eşim, kardeşim, oğlum ve iki arkadaşım
gelmişti. Yani toplasanız on kişi etmiyordu. Başka kim gelirdi ki bilimi
dinlemeye? Oysa sıradan bir şiir günü olsaydı bu salon tıklım tıklım dolardı. O
nedenle derneğimiz yoğunluğu şiire vermiştir. 3 kişiden beş kişinin şair olduğu
bir ülkede elbette düzenlenen etkinliklerde % 90 şairlere yer verilecekti.
Bilime romana öyküye tiyatroya yer verilecek değildi. Edebiyat denince aklıma
ilk gelen roman öykü ve tiyatrodur. Buna rağmen derneğimiz roman, öyküye ve Tiyatroya mesafeli durmuş, hiçbir etkinlik
düzenlememiştir. Oysa dünya edebiyatına baktığımızda Cervantes’in 1605’te
yayımlanan Don Kişot’u, Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’su,
Gorki, Gogol, Tolstoy, Çehov gibi pek çok yazar klasik eserler bırakmıştır.
Dickens, Austen, Conrad, Wilde derken liste uzar gider. Shakespeare’i zaten
anmadan geçmek mümkün değildir. Balzac, Victor Hugo, Flaubert, Stendhal,
Maupassant, Zola… Bunları okumak da edebiyat değilse nedir? Niçin bunları
okuyoruz.
Türk edebiyatında ise Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı,
Oğuz Atay’ın Tutunamayanları, Yaşar Kemal’in İnce Memedi, Orhan
Kemail’ Bereketli toprakları, Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı, Yakup Kadri’nin Yabanı,
Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnunu edebiyat değil de nedir? Biz bunları ne
için okuyoruz ki?
Hikâyeciliğimiz deseniz… Dede Korkut Hikâyelerinden başlayıp Sami Paşazade
Sezai’den, Sait Faik’e, Sabahattin Ali’den Kemal Tahir’e, Orhan Kemal’e, Rıfat
Ilgaz’a, Aziz Nesin’e, Tarık Buğra’ya, Oğuz Atay’a, Adalet Ağaoğlu’na, Halit
Ziya’ya, Füruzan’a uzanan bir zincir var. Bunlar edebiyat değilse ne diyeceğiz?
Nereye koyacağız bunları?
Edebiyatın temel taşlarından biri de tiyatrodur. Derneğimiz romanda
öykücülükte bıraktığı eksikliği Tiyatromuzda da göstermiştir. Tiyatromuzda iz
bırakan eserler:
Lüküs Hayat, Cibali Karakolu, Kanlı Nigar, Yedi Kocalı
Hürmüz, Paydos, Keşanlı Ali Destanı, Şair Evlenmesi, Toros
Canavarı, Köşe başı, İstanbul Efendisi, Fehim Paşa Konağı…
Bunlar da edebiyat değilse nereye koyacağız?
Derneğin adı şairler, ya da ozanlar derneği olsa kimsenin diyeceği olamaz. Ama
Bilim Sanat Edebiyat Derneği alınca o zaman başka davranmak gerekir? Her dala
eşit yaklaşmak gerekir. Ya da bu dallara bir parça yer ayırmak gerekir
Edebiyata konu olan olaylar arasında savaşlar da vardır.
Güneyimizde ve kuzeyimizde bazı ülkelerde içi
savaş bazı ülkelerde emperyalist savaş var. Savaşlar, toplumları derinden
etkilediği gibi edebiyatı da etkiler. Bizde Kurtuluş Savaşı, dünyada Savaş
ve Barış bunun en bilinen örneklerindendir. Bilim, Sanat ve Edebiyat
Derneği olarak bu konuyu da eksik bırakmış durumdadır.
Tarih boyunca “Tanrı adına” hareket ettiğini söyleyen güçlerin dünyayı kana
buladığına şahit olduk. Nazilerden Hiroşima ve Nagazaki’ye, bugün Gazze’de,
Filistin’de, Ukrayna’da yaşananlara kadar aynı dehşet sürüyor.
Peki, insanlık savaşa karşı ne yapmalı? Edebiyat ne yapmalı?
Latin Amerika halkları gibi hissetmeli. Afrikalı gibi düşünmeli. Afgan,
Iraklı, Suriyeli, Gazeli gibi hissetmeli. Yani insan olmalı. Bizi yutmak
isteyen kapitalizme, mahvetmek isteyen emperyalizme karşı direnmeliyiz. Bu
artık kutsal bir görevdir bizim için.
ABD uçaklarıyla, gemileriyle, bombalarıyla geliyor olabilir. Ama biz de
edebiyatımızla, sanatımızla, vicdanımızla karşılarına dikilmeliyiz. Çünkü savaş
yıkarsa sanat inşa eder. Savaş öldürürse edebiyat yaşatır. Savaş susturursa
şiir konuşturur.
Bacon der ki: “Sanat, dünyaya eklenen insandır.”
Camus ekler: “Sanat zorbalığa karşıdır.”
Schiller: “Ey insan, sanat yalnız senindir.”
Gorki: “Sanat artık bir şeye karşı ya da bir şey uğruna verilen savaştır.”
Neruda haykırır: “Biz şairler, nefretten nefret ederiz. Savaşa karşı
savaşırız.”
Savaş, insanın onuruna, vicdanına ve özgürlüğüne düşmandır. Şolohov,
nükleer yıkıma dikkat çeker: “Barışın düşmanları aklın sesine kulak vermiyor.”
Paul Eluard: “Barış, insanlığın asıl yasasıdır.”
Victor Hugo: “Barış, her şeyi hazmeden mutluluktur.”
Brecht umutla seslenir: “Bir gün gelecek, ‘Silahları bırakın, artık gerek
kalmadı’ diyecek insanlık.”
Aytmatov’un dediği gibi: “Korkuyla değil, cesaretle savaşın karşısına
dikilmeliyiz. Bu görev kültür yaratıcılarına düşer.”
Tolstoy bunu tamamlar: “İnsan, inanmadığı bir şey uğruna acı çekeceğine;
inandığı bir dava uğruna ölse daha iyidir.”
Edebiyat, şiir, roman, tiyatro, müzik, sinema, heykel her zaman barışın
yanında oldu. İnsanlığın vicdanıdır.
Ve Neruda’nın sesi:
“Savaşa ait ne varsa, savaşı da alıp gitsin. Biz şairler, nefretten nefret
ederiz. Savaşa karşı savaşırız.”
2. Göçler ve Doğal Afetler
Göçler ve afetler de edebiyatın konularını
içerir. Göçler ve
doğal afetler, insanlık tarihinin en büyük sınavlarındandır. Toplumları
derinden sarsar, kültürleri değiştirir, yeni kimlikler yaratır. Edebiyat ise
tüm bu dönüşümlerin tanığıdır.
Göç, yalnızca bir yer değiştirme değildir. Bir insanın belleğini, acısını,
umudunu, geleceğini sırtına yükleyip yeni bir hayata doğru yürüyüşüdür.
Anadolu’da yüzyıllardır süren göçler, edebiyatımızın en güçlü damarlarından
birini oluşturur. Rumeli’den, Kafkasya’dan, Balkanlar’dan gelenler; iş için
Almanya’ya gidenler; köyden kente göç edenler; savaşlardan kaçıp sığınanlar...
Her biri ayrı bir hikâyedir.
Nazım Hikmet’in, Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in, Sevgi Soysal’ın,
Füruzan’ın sayfalarında bu göçlerin izleri vardır. Göçün yarattığı yoksulluğu,
yalnızlığı, gurbeti, kopuşu ve yeni tutunma çabasını anlatırlar. Çünkü göç,
insanı olduğu yerden ayırmakla kalmaz, onu kendine de yabancılaştırır.
Doğal afetler de aynı şekilde insanlığı sınar. Depremler, seller, yangınlar,
kuraklıklar... Bunlar yalnızca fiziksel yıkımlar değildir. İnsanların
hafızasında derin yaralar açar. Yaşanan acılar edebiyat sayfalarına, şiirlere,
romanlara, ağıtlara taşınır. Depremlerle sarsılan şehirler, sellerle sürüklenen
köyler, yangınlarla yok olan ormanlar yalnızca coğrafyayı değil, insanın ruhunu
da değiştirir.
Edebiyat ise bütün bu felaketlerin ardından bir tanıklık, bir kayıt, bir
ses bırakır. Çünkü unutursak yeniden yaşarız. Hatırlarsak yüzleşiriz. Ve
yüzleşirsek yeniden ayağa kalkabiliriz.
Göçlerin ve doğal afetlerin yarattığı toplumsal acılar, yalnızca
tarihçilerin değil; şairlerin, romancıların, ressamların, tiyatrocuların da
işlediği ortak insanlık mirasıdır. Neruda’nın dediği gibi:
“Acının halktan saklanacak bir yanı yoktur, çünkü acı da halkın bir
parçasıdır.”
Bu yüzden bilimle, sanatla, edebiyatla uğraşan her kurum gibi bizim
derneğimizin de bu konuları gündemde tutması gerekir. Çünkü yaraları
iyileştiren yalnızca tıp değildir; kültür de iyileştirir, sanat da iyileştirir,
söz de iyileştirir.
Ve unutmayalım:
Savaşlar, göçler, afetler dünyayı karartır ama insanı ayakta tutan yine insanın
yarattığı kültürdür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder