9 Kasım 2025 Pazar

BİLİM SANAT VE EDEBİYAT

 

Değerli yoldaşlar,

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Derneğimizin adı “Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği’dir. Oysa bilimin yüzü hep soğuktur. Ülkemizde bilime sıcak bakıldığı pek görülmemiştir. Bilim insanlarımız çoğu zaman kendi alanlarında kabul görmek için ülke dışına çıkmak zorunda kalmıştır. Örneğin kimya dalında Nobel Ödülü alan Aziz Sancar Amerika’da, koronavirüs aşısını geliştiren Uğur Şahin ve Özlem Türeci gibi Almanya’da başarılarını göstermişlerdir.

Derneğimizin baş kelimesi bilimdir. Ancak ülkemizde bilime mesafeli durulduğu için derneğimiz üyelerinde de benzer bir soğukluk hissedilmiştir. Bir tesadüf sonucu bilim üzerine bir sunumu yapma görevi bana verilmişti. O gün bu salonda yaklaşık on kişi vardı. Moderatör Oğuz Gemalmaz, Başkanımız Ahmet Telli, sekreter üye Cengiz Kaplan, eşim, kardeşim, oğlum ve iki arkadaşım gelmişti. Yani toplasanız on kişi etmiyordu. Başka kim gelirdi ki bilimi dinlemeye? Oysa sıradan bir şiir günü olsaydı bu salon tıklım tıklım dolardı. O nedenle derneğimiz yoğunluğu şiire vermiştir. 3 kişiden beş kişinin şair olduğu bir ülkede elbette düzenlenen etkinliklerde % 90 şairlere yer verilecekti. Bilime romana öyküye tiyatroya yer verilecek değildi. Edebiyat denince aklıma ilk gelen roman öykü ve tiyatrodur. Buna rağmen derneğimiz roman, öyküye  ve Tiyatroya mesafeli durmuş, hiçbir etkinlik düzenlememiştir. Oysa dünya edebiyatına baktığımızda Cervantes’in 1605’te yayımlanan Don Kişot’u, Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’su, Gorki, Gogol, Tolstoy, Çehov gibi pek çok yazar klasik eserler bırakmıştır. Dickens, Austen, Conrad, Wilde derken liste uzar gider. Shakespeare’i zaten anmadan geçmek mümkün değildir. Balzac, Victor Hugo, Flaubert, Stendhal, Maupassant, Zola… Bunları okumak da edebiyat değilse nedir? Niçin bunları okuyoruz.

Türk edebiyatında ise Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı, Oğuz Atay’ın Tutunamayanları, Yaşar Kemal’in İnce Memedi, Orhan Kemail’ Bereketli toprakları, Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı, Yakup Kadri’nin Yabanı, Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnunu edebiyat değil de nedir? Biz bunları ne için okuyoruz ki?

Hikâyeciliğimiz deseniz… Dede Korkut Hikâyelerinden başlayıp Sami Paşazade Sezai’den, Sait Faik’e, Sabahattin Ali’den Kemal Tahir’e, Orhan Kemal’e, Rıfat Ilgaz’a, Aziz Nesin’e, Tarık Buğra’ya, Oğuz Atay’a, Adalet Ağaoğlu’na, Halit Ziya’ya, Füruzan’a uzanan bir zincir var. Bunlar edebiyat değilse ne diyeceğiz? Nereye koyacağız bunları?

Edebiyatın temel taşlarından biri de tiyatrodur. Derneğimiz romanda öykücülükte bıraktığı eksikliği Tiyatromuzda da göstermiştir. Tiyatromuzda iz bırakan eserler:
Lüküs Hayat, Cibali Karakolu, Kanlı Nigar, Yedi Kocalı Hürmüz, Paydos, Keşanlı Ali Destanı, Şair Evlenmesi, Toros Canavarı, Köşe başı, İstanbul Efendisi, Fehim Paşa Konağı… Bunlar da edebiyat değilse nereye koyacağız?

Derneğin adı şairler, ya da ozanlar derneği olsa kimsenin diyeceği olamaz. Ama Bilim Sanat Edebiyat Derneği alınca o zaman başka davranmak gerekir? Her dala eşit yaklaşmak gerekir. Ya da bu dallara bir parça yer ayırmak gerekir

Edebiyata konu olan olaylar arasında savaşlar da vardır. 

Güneyimizde ve kuzeyimizde bazı ülkelerde içi savaş bazı ülkelerde emperyalist savaş var.  Savaşlar, toplumları derinden etkilediği gibi edebiyatı da etkiler. Bizde Kurtuluş Savaşı, dünyada Savaş ve Barış bunun en bilinen örneklerindendir. Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği olarak bu konuyu da eksik bırakmış durumdadır.

Tarih boyunca “Tanrı adına” hareket ettiğini söyleyen güçlerin dünyayı kana buladığına şahit olduk. Nazilerden Hiroşima ve Nagazaki’ye, bugün Gazze’de, Filistin’de, Ukrayna’da yaşananlara kadar aynı dehşet sürüyor.

Peki, insanlık savaşa karşı ne yapmalı? Edebiyat ne yapmalı?

Latin Amerika halkları gibi hissetmeli. Afrikalı gibi düşünmeli. Afgan, Iraklı, Suriyeli, Gazeli gibi hissetmeli. Yani insan olmalı. Bizi yutmak isteyen kapitalizme, mahvetmek isteyen emperyalizme karşı direnmeliyiz. Bu artık kutsal bir görevdir bizim için.

ABD uçaklarıyla, gemileriyle, bombalarıyla geliyor olabilir. Ama biz de edebiyatımızla, sanatımızla, vicdanımızla karşılarına dikilmeliyiz. Çünkü savaş yıkarsa sanat inşa eder. Savaş öldürürse edebiyat yaşatır. Savaş susturursa şiir konuşturur.

Bacon der ki: “Sanat, dünyaya eklenen insandır.”
Camus ekler: “Sanat zorbalığa karşıdır.”
Schiller: “Ey insan, sanat yalnız senindir.”
Gorki: “Sanat artık bir şeye karşı ya da bir şey uğruna verilen savaştır.”
Neruda haykırır: “Biz şairler, nefretten nefret ederiz. Savaşa karşı savaşırız.”

Savaş, insanın onuruna, vicdanına ve özgürlüğüne düşmandır. Şolohov, nükleer yıkıma dikkat çeker: “Barışın düşmanları aklın sesine kulak vermiyor.”
Paul Eluard: “Barış, insanlığın asıl yasasıdır.”
Victor Hugo: “Barış, her şeyi hazmeden mutluluktur.”
Brecht umutla seslenir: “Bir gün gelecek, ‘Silahları bırakın, artık gerek kalmadı’ diyecek insanlık.”

Aytmatov’un dediği gibi: “Korkuyla değil, cesaretle savaşın karşısına dikilmeliyiz. Bu görev kültür yaratıcılarına düşer.”
Tolstoy bunu tamamlar: “İnsan, inanmadığı bir şey uğruna acı çekeceğine; inandığı bir dava uğruna ölse daha iyidir.”

Edebiyat, şiir, roman, tiyatro, müzik, sinema, heykel her zaman barışın yanında oldu. İnsanlığın vicdanıdır.

Ve Neruda’nın sesi:
“Savaşa ait ne varsa, savaşı da alıp gitsin. Biz şairler, nefretten nefret ederiz. Savaşa karşı savaşırız.”

2. Göçler ve Doğal Afetler

Göçler ve afetler de edebiyatın konularını içerir. Göçler ve doğal afetler, insanlık tarihinin en büyük sınavlarındandır. Toplumları derinden sarsar, kültürleri değiştirir, yeni kimlikler yaratır. Edebiyat ise tüm bu dönüşümlerin tanığıdır.

Göç, yalnızca bir yer değiştirme değildir. Bir insanın belleğini, acısını, umudunu, geleceğini sırtına yükleyip yeni bir hayata doğru yürüyüşüdür. Anadolu’da yüzyıllardır süren göçler, edebiyatımızın en güçlü damarlarından birini oluşturur. Rumeli’den, Kafkasya’dan, Balkanlar’dan gelenler; iş için Almanya’ya gidenler; köyden kente göç edenler; savaşlardan kaçıp sığınanlar... Her biri ayrı bir hikâyedir.

Nazım Hikmet’in, Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in, Sevgi Soysal’ın, Füruzan’ın sayfalarında bu göçlerin izleri vardır. Göçün yarattığı yoksulluğu, yalnızlığı, gurbeti, kopuşu ve yeni tutunma çabasını anlatırlar. Çünkü göç, insanı olduğu yerden ayırmakla kalmaz, onu kendine de yabancılaştırır.

Doğal afetler de aynı şekilde insanlığı sınar. Depremler, seller, yangınlar, kuraklıklar... Bunlar yalnızca fiziksel yıkımlar değildir. İnsanların hafızasında derin yaralar açar. Yaşanan acılar edebiyat sayfalarına, şiirlere, romanlara, ağıtlara taşınır. Depremlerle sarsılan şehirler, sellerle sürüklenen köyler, yangınlarla yok olan ormanlar yalnızca coğrafyayı değil, insanın ruhunu da değiştirir.

Edebiyat ise bütün bu felaketlerin ardından bir tanıklık, bir kayıt, bir ses bırakır. Çünkü unutursak yeniden yaşarız. Hatırlarsak yüzleşiriz. Ve yüzleşirsek yeniden ayağa kalkabiliriz.

Göçlerin ve doğal afetlerin yarattığı toplumsal acılar, yalnızca tarihçilerin değil; şairlerin, romancıların, ressamların, tiyatrocuların da işlediği ortak insanlık mirasıdır. Neruda’nın dediği gibi:
“Acının halktan saklanacak bir yanı yoktur, çünkü acı da halkın bir parçasıdır.”

Bu yüzden bilimle, sanatla, edebiyatla uğraşan her kurum gibi bizim derneğimizin de bu konuları gündemde tutması gerekir. Çünkü yaraları iyileştiren yalnızca tıp değildir; kültür de iyileştirir, sanat da iyileştirir, söz de iyileştirir.

Ve unutmayalım:
Savaşlar, göçler, afetler dünyayı karartır ama insanı ayakta tutan yine insanın yarattığı kültürdür.

 

Hiç yorum yok: