ANAMLI YILLAR – 6
Zaman ne kadar hızlı geçiyor anacığım… Su gibi akıp gidiyor; hiçbir güç onu durduramıyor. İnsanlar zamanın nasıl geçtiğini fark etmez, tarihin nasıl aktığını da çoğu zaman bilmezler. Ama ben bilirim. Bugün 19-20 Aralık; Maraş katliamının 47.yıl dönümü senin de aramızdan ayrılışının on altıncı yıl dönümü.
Ne seni
unutabildim ne Maraş katliamını ne de o günleri… O günler içimde derin izler
bıraktı.
Maraş Katliamının üzerinden 47 yıl geçti. 19
Aralık 1978'de başlayıp, 26 Aralık 1978 'e kadar devam eden
devlet içinde örgütlü yapıların eliyle 7 günde gerçekleşen Maraş Katliamında
120 kişi vahşi yöntemler kullanılarak katledildi, binin üzerinde insan
yaralandı. 552 ev yakılarak tahrip
edildi. 289 işyeri yağmalandı. Ne kadar acı bir tablo…O günleri birlikte
yaşamış birlikte üzülmüştük. Maraş katliamı 12 Eylül 1980 darbesinin taşlarını
döşemişti.
Darbe
yapıldığı yıl Karayolları 4. Bölge Müdürlüğünde kontrol mühendisi olarak
çalışıyordum. Aynı zamanda TMMOB’ye bağlı İnşaat Mühendisleri Odası yönetiminde
görev alıyordum. Darbe olunca hakkımızda davalar açıldı; Karayollarından
görevden uzaklaştırıldım, işsiz kaldım. Hatırlıyor musun anacığım o günleri? Ne
büyük sıkıntılar çekmiştik…
6 Kasım 1983
seçimlerinde ANAP yüzde 45 oy alarak tek başına iktidar oldu; Turgut Özal
hükûmeti kurdu. Turgut, Korkut ve Yusuf Özal üç kardeşti. Üçü de adeta başbakan
gibi hüküm sürüyordu. Sırtlarını Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e dayamışlardı; öyle
yetkili, öyle havalıydılar ki anlatamam… İşte o günleri hiç unutmadım. İçimde
derin bir iz bıraktılar.
Ben işsiz iş
ararken Yusuf Özal’dan haber salındı:
“Ne kadar Malatyalı teknik eleman varsa gelsin, birlikte çalışalım.”
Hemşerimiz
Hacı Mordoğan bu çağrıyı duymuş, Köy Hizmetlerinde daire başkanı olmuştu.
Tesadüfen karşılaştık.
“Yusuf Özal haber gönderdi,” dedi. “Ben gittim, daire başkanı oldum. Sen de
git; sana da bir makam ya da bir iş verirler.”
Ama o günkü
koşullarda delikanlılığıma, devrimciliğime yediremedim. Arkadaşlarımın çoğu
cezaevindeyken, işkenceden geçerken; her an tutuklanabilirim korkusuyla
yaşarken Özal’ın hizmetine girmeyi onuruma sığdıramadım.
“İşsiz gezerim, aç kalırım ama Özalların hizmetinde çalışmam,” dedim ve
gitmedim.
Sonradan
duydum ki, devrimci geçinip mangalda kül bırakmayan pek çok kişi fırsat düşmüş
gibi Özal’a koşmuş. Kimi genel müdür, kimi daire başkanı, en düşüğü bölge
müdürü olmuş. Hatta kimileri çocuklarına Özal’ı kirve tutmuş, görkemli sünnet
düğünleri yapmış. Özal da kirveliğin karşılığını vermiş; kirvelerini yüklenici
yapmış, birkaç yıl içinde holding sahibi etmişti.
“Benim
memurum işini bilir” sözüyle de iş adamlarına, bürokratlara, teknik elemanlara
gün doğmuştu. Allah “yürü kulum” demiş, yürümüşlerdi.
Ben ise
Afşin-Elbistan Termik Santrali’nde bir müşavirlik firmasında iş buldum.
Elbistan’a gittim, orada çalışmaya başladım.
1991’de
seçimler yapıldı. Biz de SHP için çalıştık. “Kenan Evren faşisti gitsin de kim
gelirse gelsin,” dedik. Çankaya’da, Mamak’ta yol boyu afişler astık; Kızılay’da
bildiriler dağıttık. Sonunda DYP çoğunluğu aldı. Hükûmeti kurma görevi Süleyman
Demirel’e verildi. Demirel, DYP–SHP koalisyon hükûmetini 20 Kasım 1991’de
kurdu. SHP Genel Başkanı Erdal İnönü Başbakan Yardımcısı oldu. Malatyalı Seyfi
Oktay’ın SHP’den Adalet Bakanı olduğunu duyunca sevindim; çünkü Seyfi Bey’i
önceden tanıyordum.
Dalokay
Ankara Belediye Başkanıyken EGO Genel Müdürlüğünde birlikte çalışmıştık. O
murakıptı, ben yatırımlarda mühendistim. İki Malatyalı hemşeriydik. Ara sıra
bir araya gelir, çay içer, bazen birlikte yemeğe giderdik.
Elbistan’da
işimden, arkadaşlarımdan memnundum. Maaşım da iyiydi. Ama tek sıkıntım vardı:
Çoluk çocuktan uzaktım. Çocuklar Ankara’daydı, ben Elbistan’da… On beş günde
bir ancak Ankara’ya gelebiliyordum.
O sırada
Onur Kumbaracıbaşı Bayındırlık ve İskân Bakanı olmuştu.
“Bir Seyfi Oktay’a gideyim,” dedim. “Belki Onur Kumbaracıbaşı’nı arar da
Karayollarına geri dönerim.”
Bir günlük
izin aldım, Ankara’ya geldim. Akşam aile içinde konuştuk. Eşim ve çocuklar
sevindi. Annem ise pek sevinmedi.
“Oğlum,”
dedi,
“Ankara’da çalışmak istiyordun da neden Yusuf Özal’a gitmedin? Gitseydin ne
olurdu? Devrimciliğini elinden mi alırdı? Bakalım senin Seyfi dediğin hemşerin
sana ne kadar sahip çıkacak.”
“Ne olacak
ana,” dedim. “Olmazsa geri işime dönerim. Kaybım yok. İşten de ayrılmıyorum.”
“Sen
bilirsin,” dedi.
Ertesi gün
giyindim, kuşandım; doğru Adalet Bakanlığına gittim. Sekreterlikten izin alıp
içeri girdim. Seyfi Bey’i adalet makamında görünce gururlandım. Hemşerim Adalet
Bakanı olmuştu; insan sevinmez mi?
Kendi
kendime, “Beni görünce yerinden kalkacak, sarılacak,” diye düşündüm. Kapıyı
çaldım; “gel” denmesini beklemeden içeri girdim. Karşısında birkaç kişi vardı,
sohbet ediyordu. Benim girdiğimi fark etmedi sandım. Bir süre ayakta bekledim.
Göz ucuyla beni görünce, isteksizce:
“Buyurun, oturun,” dedi.
Beş on
dakika sonra bana döndü. Hal hatır soracak sandım. Sormadı.
“Sayın
Bakan,” dedim, “beni hatırlayamadınız galiba. EGO’da birlikte çalışmıştık. Ben
yatırımlardaydım, siz murakıptınız. Seçim zamanı Akay’daki büronuza da
gelmiştim.”
“Yok,” dedi,
“hatırlayamadım. Ne için gelmiştiniz?”
“Efendim,”
dedim, “12 Eylül darbesinden sonra Karayolları 4. Bölgedeki görevimden
uzaklaştırıldım. Bayındırlık Bakanına ya da Karayolları Genel Müdürüne bir
telefon açsanız da tekrar görevime dönebilsem…”
“Adınız
neydi?” diye sordu.
“Hasan.”
“Hasancığım,”
dedi, “sen Karayolları Genel Müdürlüğüne git, yerini yap. Ben sonra genel
müdürü arar, işini hallederim.”
İçimden bir
öfke yükseldi. “Ben Karayollarına gidip işimi kendim halledeceksem, senin
yanında ne işim var?” diye düşündüm.
“Yani öyle
mi diyorsunuz?” dedim.
“Evet, tam
olarak öyle,” deyince ayağa kalktım. Büyük bir sinirle kendimi dışarı attım.
Bir de “Hasancığım” diyor; kibarlıktan da vazgeçmiyor.
“Senin kibarlığına tüküreyim,” diye söylene söylene birkaç küfür savurdum, bakanlıktan
ayrıldım.
Koridor
boyunca yürürken içimde bir şeylerin koptuğunu hissediyordum. Yıllar önce
birlikte çalıştığım, aynı masada çay içtiğim, aynı memleketten olduğum birinin,
şimdi beni tanımazlıktan gelmesi canımı yakmıştı. Asıl yaralayan ise makamın,
insanın hafızasını da vicdanını da bu kadar hızlı silmesiydi. Kapıdan çıkarken
annemin sözleri kulaklarımda çınlıyordu:
“Özal’a gitseydin ne olurdu?”
İşte
oluyordu ana…
İnsan, bir kapının eşiğinde ne olduğunu daha iyi anlıyor.
Dışarı
çıktığımda hava soğuktu. Ankara ayazı yüzüme vuruyor, ama içimdeki öfkeyi
soğutmaya yetmiyordu. Kızılay’a doğru yürüdüm. Afiş astığımız, bildiri
dağıttığımız sokaklardan geçtim. Bir zamanlar umutla doldurduğumuz meydanlar
şimdi bana daha da yalnız görünüyordu. “Faşist gitsin de kim gelirse gelsin”
demiştik; giden gitmişti ama gelenlerin çoğu, gideni aratmayacak kadar
uzaklaşmıştı halktan.
Akşam eve
döndüğümde kimseye bir şey anlatmadım. Annem yüzüme baktı, anlamıştı.
“Oldu mu?” diye sormadı.
Ben de anlatmadım. Sessizlik bazen en doğru cevaptır.
Ertesi gün
Elbistan’a geri döndüm. İşime, arkadaşlarıma, yalnızlığıma… Ama içimde artık
başka bir ağırlık vardı. Bir kez daha öğrenmiştim: Bu ülkede liyakat değil
sadakat, emek değil biat, geçmiş değil çıkar hatırlanıyordu.
Ben yine bildiğim
yerden yürüdüm. Ne kimsenin kapısında eğildim ne de adımı küçülttüm. Belki
kaybettim ama kendimi kaybetmedim.
Zaman geçti
anacığım…
Su gibi aktı gitti.
Ama bazı günler vardır ki, üzerinden yıllar geçse de insanın içinden hiç
çıkmaz.
Bu yaşadıklarım da onlardan biri oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder