19 Aralık 2025 Cuma

 

ANAMLI YILLAR – 6

Zaman ne kadar hızlı geçiyor anacığım… Su gibi akıp gidiyor; hiçbir güç onu durduramıyor. İnsanlar zamanın nasıl geçtiğini fark etmez, tarihin nasıl aktığını da çoğu zaman bilmezler. Ama ben bilirim. Bugün 19-20 Aralık; Maraş katliamının 47.yıl dönümü senin de aramızdan ayrılışının on  altıncı  yıl dönümü.

Ne seni unutabildim ne Maraş katliamını ne de o günleri… O günler içimde derin izler bıraktı.

Maraş Katliamının üzerinden 47 yıl geçti. 19 Aralık 1978'de başlayıp, 26 Aralık 1978 'e kadar devam eden devlet içinde örgütlü yapıların eliyle 7 günde gerçekleşen Maraş Katliamında 120 kişi vahşi yöntemler kullanılarak katledildi, binin üzerinde insan yaralandı.  552 ev yakılarak tahrip edildi. 289 işyeri yağmalandı. Ne kadar acı bir tablo…O günleri birlikte yaşamış birlikte üzülmüştük. Maraş katliamı 12 Eylül 1980 darbesinin taşlarını döşemişti.

Darbe yapıldığı yıl Karayolları 4. Bölge Müdürlüğünde kontrol mühendisi olarak çalışıyordum. Aynı zamanda TMMOB’ye bağlı İnşaat Mühendisleri Odası yönetiminde görev alıyordum. Darbe olunca hakkımızda davalar açıldı; Karayollarından görevden uzaklaştırıldım, işsiz kaldım. Hatırlıyor musun anacığım o günleri? Ne büyük sıkıntılar çekmiştik…

6 Kasım 1983 seçimlerinde ANAP yüzde 45 oy alarak tek başına iktidar oldu; Turgut Özal hükûmeti kurdu. Turgut, Korkut ve Yusuf Özal üç kardeşti. Üçü de adeta başbakan gibi hüküm sürüyordu. Sırtlarını Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e dayamışlardı; öyle yetkili, öyle havalıydılar ki anlatamam… İşte o günleri hiç unutmadım. İçimde derin bir iz bıraktılar.

Ben işsiz iş ararken Yusuf Özal’dan haber salındı:
“Ne kadar Malatyalı teknik eleman varsa gelsin, birlikte çalışalım.”

Hemşerimiz Hacı Mordoğan bu çağrıyı duymuş, Köy Hizmetlerinde daire başkanı olmuştu. Tesadüfen karşılaştık.
“Yusuf Özal haber gönderdi,” dedi. “Ben gittim, daire başkanı oldum. Sen de git; sana da bir makam ya da bir iş verirler.”

Ama o günkü koşullarda delikanlılığıma, devrimciliğime yediremedim. Arkadaşlarımın çoğu cezaevindeyken, işkenceden geçerken; her an tutuklanabilirim korkusuyla yaşarken Özal’ın hizmetine girmeyi onuruma sığdıramadım.
“İşsiz gezerim, aç kalırım ama Özalların hizmetinde çalışmam,” dedim ve gitmedim.

Sonradan duydum ki, devrimci geçinip mangalda kül bırakmayan pek çok kişi fırsat düşmüş gibi Özal’a koşmuş. Kimi genel müdür, kimi daire başkanı, en düşüğü bölge müdürü olmuş. Hatta kimileri çocuklarına Özal’ı kirve tutmuş, görkemli sünnet düğünleri yapmış. Özal da kirveliğin karşılığını vermiş; kirvelerini yüklenici yapmış, birkaç yıl içinde holding sahibi etmişti.

“Benim memurum işini bilir” sözüyle de iş adamlarına, bürokratlara, teknik elemanlara gün doğmuştu. Allah “yürü kulum” demiş, yürümüşlerdi.

Ben ise Afşin-Elbistan Termik Santrali’nde bir müşavirlik firmasında iş buldum. Elbistan’a gittim, orada çalışmaya başladım.

1991’de seçimler yapıldı. Biz de SHP için çalıştık. “Kenan Evren faşisti gitsin de kim gelirse gelsin,” dedik. Çankaya’da, Mamak’ta yol boyu afişler astık; Kızılay’da bildiriler dağıttık. Sonunda DYP çoğunluğu aldı. Hükûmeti kurma görevi Süleyman Demirel’e verildi. Demirel, DYP–SHP koalisyon hükûmetini 20 Kasım 1991’de kurdu. SHP Genel Başkanı Erdal İnönü Başbakan Yardımcısı oldu. Malatyalı Seyfi Oktay’ın SHP’den Adalet Bakanı olduğunu duyunca sevindim; çünkü Seyfi Bey’i önceden tanıyordum.

Dalokay Ankara Belediye Başkanıyken EGO Genel Müdürlüğünde birlikte çalışmıştık. O murakıptı, ben yatırımlarda mühendistim. İki Malatyalı hemşeriydik. Ara sıra bir araya gelir, çay içer, bazen birlikte yemeğe giderdik.

Elbistan’da işimden, arkadaşlarımdan memnundum. Maaşım da iyiydi. Ama tek sıkıntım vardı: Çoluk çocuktan uzaktım. Çocuklar Ankara’daydı, ben Elbistan’da… On beş günde bir ancak Ankara’ya gelebiliyordum.

O sırada Onur Kumbaracıbaşı Bayındırlık ve İskân Bakanı olmuştu.
“Bir Seyfi Oktay’a gideyim,” dedim. “Belki Onur Kumbaracıbaşı’nı arar da Karayollarına geri dönerim.”

Bir günlük izin aldım, Ankara’ya geldim. Akşam aile içinde konuştuk. Eşim ve çocuklar sevindi. Annem ise pek sevinmedi.

“Oğlum,” dedi,
“Ankara’da çalışmak istiyordun da neden Yusuf Özal’a gitmedin? Gitseydin ne olurdu? Devrimciliğini elinden mi alırdı? Bakalım senin Seyfi dediğin hemşerin sana ne kadar sahip çıkacak.”

“Ne olacak ana,” dedim. “Olmazsa geri işime dönerim. Kaybım yok. İşten de ayrılmıyorum.”

“Sen bilirsin,” dedi.

Ertesi gün giyindim, kuşandım; doğru Adalet Bakanlığına gittim. Sekreterlikten izin alıp içeri girdim. Seyfi Bey’i adalet makamında görünce gururlandım. Hemşerim Adalet Bakanı olmuştu; insan sevinmez mi?

Kendi kendime, “Beni görünce yerinden kalkacak, sarılacak,” diye düşündüm. Kapıyı çaldım; “gel” denmesini beklemeden içeri girdim. Karşısında birkaç kişi vardı, sohbet ediyordu. Benim girdiğimi fark etmedi sandım. Bir süre ayakta bekledim. Göz ucuyla beni görünce, isteksizce:
“Buyurun, oturun,” dedi.

Beş on dakika sonra bana döndü. Hal hatır soracak sandım. Sormadı.

“Sayın Bakan,” dedim, “beni hatırlayamadınız galiba. EGO’da birlikte çalışmıştık. Ben yatırımlardaydım, siz murakıptınız. Seçim zamanı Akay’daki büronuza da gelmiştim.”

“Yok,” dedi, “hatırlayamadım. Ne için gelmiştiniz?”

“Efendim,” dedim, “12 Eylül darbesinden sonra Karayolları 4. Bölgedeki görevimden uzaklaştırıldım. Bayındırlık Bakanına ya da Karayolları Genel Müdürüne bir telefon açsanız da tekrar görevime dönebilsem…”

“Adınız neydi?” diye sordu.

“Hasan.”

“Hasancığım,” dedi, “sen Karayolları Genel Müdürlüğüne git, yerini yap. Ben sonra genel müdürü arar, işini hallederim.”

İçimden bir öfke yükseldi. “Ben Karayollarına gidip işimi kendim halledeceksem, senin yanında ne işim var?” diye düşündüm.

“Yani öyle mi diyorsunuz?” dedim.

“Evet, tam olarak öyle,” deyince ayağa kalktım. Büyük bir sinirle kendimi dışarı attım. Bir de “Hasancığım” diyor; kibarlıktan da vazgeçmiyor.
“Senin kibarlığına tüküreyim,” diye söylene söylene birkaç küfür savurdum, bakanlıktan ayrıldım.

Koridor boyunca yürürken içimde bir şeylerin koptuğunu hissediyordum. Yıllar önce birlikte çalıştığım, aynı masada çay içtiğim, aynı memleketten olduğum birinin, şimdi beni tanımazlıktan gelmesi canımı yakmıştı. Asıl yaralayan ise makamın, insanın hafızasını da vicdanını da bu kadar hızlı silmesiydi. Kapıdan çıkarken annemin sözleri kulaklarımda çınlıyordu:
“Özal’a gitseydin ne olurdu?”

İşte oluyordu ana…
İnsan, bir kapının eşiğinde ne olduğunu daha iyi anlıyor.

Dışarı çıktığımda hava soğuktu. Ankara ayazı yüzüme vuruyor, ama içimdeki öfkeyi soğutmaya yetmiyordu. Kızılay’a doğru yürüdüm. Afiş astığımız, bildiri dağıttığımız sokaklardan geçtim. Bir zamanlar umutla doldurduğumuz meydanlar şimdi bana daha da yalnız görünüyordu. “Faşist gitsin de kim gelirse gelsin” demiştik; giden gitmişti ama gelenlerin çoğu, gideni aratmayacak kadar uzaklaşmıştı halktan.

Akşam eve döndüğümde kimseye bir şey anlatmadım. Annem yüzüme baktı, anlamıştı.
“Oldu mu?” diye sormadı.
Ben de anlatmadım. Sessizlik bazen en doğru cevaptır.

Ertesi gün Elbistan’a geri döndüm. İşime, arkadaşlarıma, yalnızlığıma… Ama içimde artık başka bir ağırlık vardı. Bir kez daha öğrenmiştim: Bu ülkede liyakat değil sadakat, emek değil biat, geçmiş değil çıkar hatırlanıyordu.

Ben yine bildiğim yerden yürüdüm. Ne kimsenin kapısında eğildim ne de adımı küçülttüm. Belki kaybettim ama kendimi kaybetmedim.

Zaman geçti anacığım…
Su gibi aktı gitti.
Ama bazı günler vardır ki, üzerinden yıllar geçse de insanın içinden hiç çıkmaz.
Bu yaşadıklarım da onlardan biri oldu.

  

 

 

Hiç yorum yok: