26 Aralık 2025 Cuma

 


BİLİM SANAT VE EDEBİYAT DERNEĞİ 

Değerli yoldaşlar,

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

ELEŞTİRİLER VE ÖNERİLER

Başlıklı konuşmama halk ozanı Mahsuni Şerif’in bir dörtlüğüyle başlamak istiyorum.

              “Seyyah oldum pazar pazar dolaştım.
         Bir tüccara satamadım, ben beni
         Kuzu gibi diyar diyar meleşti

             Bir sürüye katamadım ben beni   Ben Hasan ÇERÇİOĞLU

Bildiğiniz gibi derneğimizin adı **“Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği”**dir. Ancak bilimin yüzü çoğu zaman “soğuk” olarak görülür; ülkemizde de bilime sıcak bakıldığı söylenemez. Başta üniversitelerimiz bilimsel eğitimden uzaklaştırılmış, eğitim ortaçağ kalıntıları tarikat ve cemaatlere teslim edilmiştir. Bilim insanlarımız, kendi alanlarında başarı gösterebilmek için çoğu zaman ülke dışına çıkmak zorunda kalmışlardır. Örneğin, Nobel Ödüllü Aziz Sancar Amerika’da; koronavirüs aşısını geliştiren Uğur Şahin ve Özlem Türeci Almanya’da çalışmalarını sürdürmektedir.

Bunun gibi daha nice bilim insanı üretimlerini yurt dışında devam ettirmek zorunda kalmışlardır. Neden? Diye sorarsanız: ülkede özgürlük yok. Özgür düşünce olmadan, eleştirel düşünce olmadan ne bilim ilerler, ne sanat, ne de edebiyat.

Oysa çağımız bilişim teknoloji çağı, yapay zekâ çağı, üç boyutlu yazıcılar çağı robot teknolojisi çağı, tıpta yapay organ üretim çağı, yapay zekanın insan zekasına  üstün olma çağı, internet çağı, sürücüsüz arabalar çağı, Uçan araçlar teknolojisi çağı, kısacası BİLİM Çağı, bilim çağından geri kalmamalıyız.

Derneğimizin en önemli kavramı da “Bilim”dir. Ancak ülkemizde bilime yönelik soğukluk ne yazık ki derneğimize ve üyelerimizin ilgi düzeyine de yansımıştır. Bir tesadüf sonucu “Bilim ve Bilimin Gelişimi” üzerine bir sunum yapma görevi bana verilmişti. Fakat sunum günü yönetimden dört-beş kişi, iki müzisyen bağlamacı, ailemden birkaç kişi olmak üzere toplam on kişi bile değildik. İşte derneğimiz üyelerinden bilime gösterilen ilgi, verilen değer bu kadardı.

Bugün Avrupa uygarlığı “Aydınlanma”sını İbn Rüşd’ün rasyonel mirasıyla kurmuştur. Biz ise İmam Gazali’nin akıl ve bilimi ikinci plana atan karanlık mirasının gölgesinden hâlâ çıkabilmiş değiliz. Bu zihinsel tıkanıklık yalnızca bilimde değil, edebiyat anlayışımızda da kendini göstermektedir. Bilginin yerine duygusal iç döküşü yücelten bir yaklaşım toplumsal ilerlemeye katkı sunamaz.

İlk çağda Sokrates’in bilim anlayışını,  Eflatun’un demokrasi düşüncesini;  çağımızda 2050 yılında Ay’da, 2100 yılında Mars’ta kentlerin kurulacağını; yakın gelecekte beyindeki hasarlı genlerin yenileriyle değiştirileceğini; Ünlü Fizikçi Stephan Hawking dediği gibi zenginler tarafından “insanüstü bir ırk” yaratabileceğini diğer insanların savaşlarla ve bulaşıcı hastalıklarla yok edileceğini ya da köleleştirileceğini; yeni tip insanüstü ırkının ömrü 350–400 yıla çıkabileceği konularını kapsayan bir sunumu kim dinlemeye gelir ki? Varsın şair olsun, şiir okunsun yeter… Oysa unutulmamalıdır ki dünya bilimle hareket ediyor, bilim üzerinde dönüyor.

Buna karşılık sıradan bir şiir etkinliği düzenlenseydi, salon tıklım tıklım dolacak, hatta salon dar gelecek, şairler Mülkiyeliler Birliği salonunu dolduracaklardı..

Bu nedenle derneğimiz, bir şairler derneğinden öteye geçememiş; ağırlığını şiire vermiştir. Her üç kişiden beşinin kendini şair ilan ettiği bir ülkede elbette bilim değil, şiir öne çıkacaktır. Etkinliklerin yüzde doksanının şiire ayrılmasının nedeni de budur. Bilime, romana, öyküye, tiyatroya neredeyse hiç yer verilmemiştir.

Oysa edebiyat denildiğinde akla ilk roman gelir; ardından öykü ve tiyatro gelir. Buna rağmen derneğimiz roman, öykü ve tiyatrodan uzak durmuş; bu alanlara neredeyse hiç yer vermemiştir. Dünya edebiyatına baktığımızda 1605’ten bu yana Cervantes’in Don Kişot’u; 1719’dan bu yana Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’su; Gorki, Gogol, Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Dickens, Austen, Conrad, Balzac, Wilde, Victor Hugo, Flaubert, Stendhal, Maupassant ve Zola gibi yazarların miras bıraktığı eserler edebiyat değilse nedir? Bunları nereye koyacağız, neden okuyoruz?

Bugün dünya edebiyatı yalnızca şiirle değil; romanla, öyküyle, tiyatroyla ve eleştirel düşüncenin taşıyıcısı olan kuramsal metinlerle şekillenmiştir. Ancak derneğimiz bu tarihsel birikimin dışında kalmış; edebiyatı yalnızca şiirden ibaret gören dar bir anlayışa teslim olmuştur.

Derneğimizin etkinlik çizelgesine baktığımızda; bilimin ve edebiyatın omurgasını oluşturan bu alanların sistematik biçimde dışlandığını görüyoruz. Bu yalnızca bir ihmâl değil; bilgi üretimine karşı bir direnç, bir tür anti-entelektüel tutumdur. Şiirin kutsanması, romanın ve bilimin göz ardı edilmesi; yüzeysel olanın, derin olanı bastırdığı, popüler olanın, nitelikli olanı dışladığı bir kültürel çarpılmayı işaret eder.

Hepimizin bildiği Dreyfus davası,  değil Fransa’da, tüm dünyada tartışma yaratmış, Fransa’yı adamakıllı sarsmış; siyasi, hukuki ve askeri bir skandal olmuştur.  Edebiyatçı Zola’nın  “suçluyorum”  adıyla yazdığı makale ile edebiyatın tarih değiştirebilecek gücü olduğunu göstermiştir. Bizde de 1922’de yayınlanan Çalıkuşu, Mustafa Kemal’i çok etkilemiş, roman cumhuriyet sonrası yaptığı yeniliklerde Atatürk’e ilham kaynağı olmuştur. Bunlar edebiyatın siyaset karşısında kazandığı zaferlerdir. Onun için derneğin edebiyata hiç yer vermemesi büyük haksızlıktır.

Bir dernek adında “Bilim, Sanat ve Edebiyat” sözcüklerini taşıyorsa, sorumluluğu sıradan bir şiir kulübünden çok daha büyüktür. Bu dernek bilimi merkeze almalı; romanı, araştırmayı, tiyatroyu ve düşünsel üretimi teşvik etmeli; topluma öncülük edecek nitelikli çalışmalar üretmelidir. Buna karşın biz, salonu dolduran üç-beş şairin alkışına sığınmayı yeterli sayıyor; bilimin “soğuk yüzünden” kaçarken aslında kendi geleceğimizi soğutuyoruz.

Oysa biliyoruz ki medeniyet şiir okunarak değil; bilim üretilerek, roman yazılarak, eleştirinin ışığıyla yol alınarak kurulur. Eğer derneğimiz bu çizgiyi benimsemiyorsa, adıyla taşıdığı sorumluluğa ihanet ediyor demektir.

Türk edebiyatına baktığımızda Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde’si, Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı, Yakup Kadri’nin Yaban’ı, Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnusu edebiyat değilse nedir?

Hikâyeciliğimiz de güçlüdür: Dede Korkut Hikâyeleri’nden başlayıp Sami Paşazade Sezai, Sait Faik, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Tarık Buğra, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu ve Füruzan’a uzanan bir zincir… Bunlar edebiyat değilse nedir?

Edebiyatın temel taşlarından biri de tiyatrodur. Derneğimiz bilimde, romanda ve öyküde olduğu gibi tiyatroya da uzak kalmıştır. Oysa Lüküs Hayat, Cibali Karakolu, Kanlı Nigar, Yedi Kocalı Hürmüz, Paydos, Keşanlı Ali Destanı, Şair Evlenmesi, Toros Canavarı, Köşe Başı, İstanbul Efendisi, Fehim Paşa Konağı gibi eserler tiyatromuzun köşe taşlarıdır.

Derneğin uygulamaları içinde bilim yoksa edebiyat yoksa neden adına “bilim” ve “edebiyat” densin ki? Adı “Şairler Derneği” ya da “Ozanlar Derneği” olsa daha doğru olmaz mı? “Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği” adını taşımak bu üç alana da eşit mesafede durmayı gerektirmez mi?

1. Savaşlar ve Barış

Dünyamız üzerinde, aç gözlülük, sömürü, kin, şiddet, kıyım, kardeş katilliği, kitlesel katliamlar sürüp gidiyor. Güneyimizde ve kuzeyimizde bazı ülkelerde iç savaşlar; bazılarında emperyalist savaşlar sürüyor. Bu savaşlar zaman zaman ülkemizi de tehdit edecek kadar yaklaşmıştır. Savaşlar toplumları olduğu kadar edebiyatı da derinden etkiler. Bizde Kurtuluş Savaşı’nın, dünyada Tolstoy’un Savaş ve Barış’ının etkisi ortadadır.

Derneğimiz bu konuda da yeterince duyarlılık göstermemiştir.

Tarih boyunca “Tanrı adına” hareket ettiğini iddia eden güçlerin, dünyayı kana buladığına şahit olduk. Naziler’den Hiroşima ve Nagazaki’ye; bugün Gazze, Filistin ve Ukrayna’da yaşananlara kadar aynı dehşet sürüyor.

Peki, insanlık savaşa karşı ne yapmalı? Edebiyatın görevi nedir?

Latin Amerika halkı gibi hissetmeliyiz; Afrikalı gibi düşünmeliyiz; Afganlı, Iraklı, Suriyeli, Gazeli gibi savaşı yaşamalıyız—kısacası insan olmalıyız. Kapitalizmin ve emperyalizmin yıkıcılığına karşı durmak, artık kutsal bir görevdir; bu görev kültürün, sanatın ve edebiyatın da görevidir.

ABD uçaklarıyla, gemileriyle, bombalarıyla gelebilir; fakat biz de edebiyatımızla, sanatımızla, vicdanımızla karşılarında dimdik durmalıyız. Savaş geçici, edebiyat kalıcıdır. Savaş yıkarsa sanat inşa eder; savaş öldürürse edebiyat yaşatır; savaş susturursa şiir konuşturur.

Bazı büyük ustaların sözlerini hatırlayalım:

Victor Hugo: “Barış, her şeyi hazmeden mutluluktur.”

Brecht: “Bir gün gelecek, ‘Silahları bırakın’ diyecek insanlık.”

 Aytmatov: “Korkuyla değil, cesaretle savaşın karşısında durmalıyız.”

         Tolstoy: “İnsan, inanmadığı bir şey uğruna acı çekeceğine; inandığı bir dava uğruna ölse daha iyidir.”

2. Göçler ve Doğal Afetler

Göçler ve doğal afetler insanlık tarihinin en ağır sınavlarındandır. Tepetaklak olan yaşamları, yıkılan düzenleri ve değişen kültürleri en iyi edebiyat anlatır. Göç yalnızca yer değiştirme değildir; insanın belleğini, acısını, umudunu ve geleceğini sırtına yükleyerek yeni bir hayata doğru yürüyüşüdür.

Anadolu’nun göç tarihi Rumeli’den, Kafkasya’dan, Balkanlar’dan gelenler; Almanya’ya işçi olarak gidenler; köyden kente göç edenler ve savaşlardan kaçıp sığınanlarla doludur. Her biri bir hikâye, bir roman, bir edebiyattır.

Nazım Hikmet’ten Yaşar Kemal’e; Orhan Kemal’den Sevgi Soysal ve Füruzan’a kadar pek çok yazar bu göçlerin izlerini anlatmıştır.

Doğal afetler de toplumları derinden sarsar: Depremler, seller, yangınlar, kuraklıklar… Bunlar yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal yıkımlardır. İnsanların hafızasında açtığı yaralar romanlara, şiirlere, ağıtlara taşınır.

Edebiyat, tüm bu felaketlerin ardından bir tanıklık bırakır. Çünkü unutursak yeniden yaşarız; hatırlarsak yüzleşiriz; yüzleşirsek yeniden ayağa kalkarız.

Bilimle, sanatla ve edebiyatla uğraşan her kurum gibi derneğimizin de bu konuları gündemde tutması gerekir. Çünkü yaraları yalnızca tıp değil; kültür, sanat ve söz de iyileştirir. Kısacası edebiyat da iyileştirir.

Unutmayalım: Savaşlar, göçler ve afetler dünyayı karartır; fakat insanı ayakta tutan yine insanın yarattığı kültürdür, edebiyattır.

Derneğimizin görevi bu yaraları görünür kılmak, tartışmak, hafızayı diri tutmak; bilimin, sanatın ve edebiyatın iyileştirici gücünü topluma sunmaktır.

Değerli yoldaşlar,

Bugün konuştuğumuz her konu yalnızca teorik bir tartışma değildir. Bilimin, sanatın ve edebiyatın taşıdığı sorumluluk; geçmişin tanıklığı ile geleceğin inşası arasında bir köprüdür. Derneğimizin adının ağırlığı büyüktür.

 “Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği” adını taşımak; bu üç alanın her birine emek vermeyi, alan açmayı, üretmeyi ve topluma ışık tutmayı zorunlu kılar.

Bilim insanlığın aklıdır, Sanat insanlığın vicdanıdır, Edebiyat insanlığın hafızasıdır.

Bir kurum aklı ihmal ederek ilerleyemez; vicdanı yok sayarak yaşayamaz; hafızayı görmezden gelerek var olamaz.

Bu nedenle, derneğimiz artık bir tercihle değil, bir zorunlulukla karşı karşıyadır:
Bilimi, sanatı ve edebiyatı yeniden hak ettikleri yere koymak zorundayız.

Bizler şiiri seviyoruz; şiir bu toprakların en güçlü damarlarından biridir. Ancak yalnızca şiire yaslanarak yol alınamaz.

Roman olmadan toplumun aynası eksik kalır. Öykü olmadan yaşamın ayrıntıları kaybolur.  Tiyatro olmadan sahnedeki yüzleşme gerçekleşmez. Bilim olmadan geleceği kuramayız. Sanat olmadan insan kalamayız.

Görevimiz; bu alanların her birine kapı açmak, çalışmalar yapmak, etkinlikler düzenlemek, gençleri teşvik etmek ve derneğimizi bir kültür merkezi, bir düşünce evi, bir üretim alanına dönüştürmektir.

Unutmayalım:  Bilim karanlığa karşı bilgidir. Sanat kötülüğe karşı vicdandır.  Edebiyat zulme karşı hafızadır.

         Bugün dünya savaşlarla, göçlerle, afetlerle sarsılırken; toplumlar yoksulluk, baskı ve adaletsizlikle mücadele ederken; insanlık geleceğini sorgularken bir derneğin bile söyleyecek sözü vardır. Bizim sözümüz kalemimiz, sesimiz ve vicdanımız olmalıdır.

Çünkü hiçbir bomba, hiçbir tank, hiçbir baskı;

– bir şiirin direncini,– bir romanın kalıcılığını,– bir sanat eserinin yankısını yok edemez.

Biz edebiyatla insan kalırız;  sanatla yumuşarız; bilimle ilerleriz.

Derneğimiz bu doğrultuda çalışırsa, bir kültür merkezi, bir düşünce evi ve bir üretim alanı hâline gelebilir.

Nazım’ın sözleriyle bitirmek istiyorum:

“Bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçe sine yaşamak için…”

İşte bu nedenle derneğimiz bir ağacın gövdesi kadar güçlü, bir ormanın nefesi kadar çoğul olmalıdır.

Hepinizi sevgiyle ve saygıyla selamlar yeni yılınızı kutlar barış ve mutluluklar dilerim. 27. 12. 2025

Hasan ÇERÇİOĞLU

Hiç yorum yok: