BİLİM SANAT VE EDEBİYAT DERNEĞİ
Değerli yoldaşlar,
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
ELEŞTİRİLER
VE ÖNERİLER
Başlıklı konuşmama halk ozanı Mahsuni Şerif’in bir dörtlüğüyle başlamak
istiyorum.
“Seyyah
oldum pazar pazar dolaştım.
Bir tüccara satamadım, ben
beni
Kuzu gibi diyar diyar
meleşti
Bir sürüye katamadım ben beni” Ben Hasan
ÇERÇİOĞLU
Bildiğiniz gibi derneğimizin adı **“Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği”**dir.
Ancak bilimin yüzü çoğu zaman “soğuk” olarak görülür; ülkemizde de bilime sıcak
bakıldığı söylenemez. Başta üniversitelerimiz bilimsel eğitimden
uzaklaştırılmış, eğitim ortaçağ kalıntıları tarikat ve cemaatlere teslim
edilmiştir. Bilim insanlarımız, kendi alanlarında başarı gösterebilmek için
çoğu zaman ülke dışına çıkmak zorunda kalmışlardır. Örneğin, Nobel Ödüllü Aziz
Sancar Amerika’da; koronavirüs aşısını geliştiren Uğur Şahin ve Özlem Türeci
Almanya’da çalışmalarını sürdürmektedir.
Bunun gibi daha nice bilim insanı üretimlerini yurt dışında devam ettirmek
zorunda kalmışlardır. Neden? Diye sorarsanız: ülkede özgürlük yok. Özgür
düşünce olmadan, eleştirel düşünce olmadan ne bilim ilerler, ne sanat, ne de
edebiyat.
Oysa çağımız bilişim teknoloji çağı, yapay zekâ çağı, üç boyutlu yazıcılar
çağı robot teknolojisi çağı, tıpta yapay
organ üretim çağı, yapay zekanın insan zekasına üstün olma çağı, internet
çağı, sürücüsüz arabalar çağı, Uçan araçlar teknolojisi çağı, kısacası BİLİM
Çağı, bilim çağından geri kalmamalıyız.
Derneğimizin en önemli kavramı da “Bilim”dir.
Ancak ülkemizde bilime yönelik soğukluk ne yazık ki derneğimize ve üyelerimizin
ilgi düzeyine de yansımıştır. Bir tesadüf sonucu “Bilim ve Bilimin Gelişimi” üzerine bir sunum yapma görevi bana
verilmişti. Fakat sunum günü yönetimden dört-beş kişi, iki müzisyen bağlamacı, ailemden
birkaç kişi olmak üzere toplam on kişi bile değildik. İşte derneğimiz
üyelerinden bilime gösterilen ilgi, verilen değer bu kadardı.
Bugün Avrupa uygarlığı “Aydınlanma”sını İbn Rüşd’ün rasyonel
mirasıyla kurmuştur. Biz ise İmam Gazali’nin akıl ve bilimi ikinci plana atan
karanlık mirasının gölgesinden hâlâ çıkabilmiş değiliz. Bu zihinsel
tıkanıklık yalnızca bilimde değil, edebiyat anlayışımızda da kendini
göstermektedir. Bilginin yerine duygusal iç döküşü yücelten bir yaklaşım toplumsal
ilerlemeye katkı sunamaz.
İlk çağda Sokrates’in bilim anlayışını, Eflatun’un demokrasi düşüncesini; çağımızda 2050 yılında Ay’da, 2100 yılında
Mars’ta kentlerin kurulacağını; yakın gelecekte beyindeki hasarlı genlerin
yenileriyle değiştirileceğini; Ünlü Fizikçi Stephan Hawking dediği gibi zenginler
tarafından “insanüstü bir ırk” yaratabileceğini
diğer insanların savaşlarla ve bulaşıcı hastalıklarla yok edileceğini ya da
köleleştirileceğini; yeni tip insanüstü
ırkının ömrü 350–400 yıla çıkabileceği konularını kapsayan bir sunumu kim
dinlemeye gelir ki? Varsın şair olsun, şiir okunsun yeter… Oysa unutulmamalıdır
ki dünya bilimle hareket ediyor, bilim üzerinde dönüyor.
Buna karşılık sıradan bir şiir etkinliği düzenlenseydi, salon tıklım tıklım
dolacak, hatta salon dar gelecek, şairler Mülkiyeliler Birliği salonunu
dolduracaklardı..
Bu nedenle derneğimiz, bir şairler derneğinden öteye geçememiş; ağırlığını
şiire vermiştir. Her üç kişiden beşinin kendini şair ilan ettiği bir ülkede
elbette bilim değil, şiir öne çıkacaktır. Etkinliklerin yüzde doksanının şiire
ayrılmasının nedeni de budur. Bilime, romana, öyküye, tiyatroya neredeyse hiç
yer verilmemiştir.
Oysa edebiyat denildiğinde akla ilk roman gelir; ardından öykü ve tiyatro
gelir. Buna rağmen derneğimiz roman, öykü ve tiyatrodan uzak durmuş; bu
alanlara neredeyse hiç yer vermemiştir. Dünya edebiyatına baktığımızda 1605’ten bu yana Cervantes’in Don Kişot’u;
1719’dan bu yana Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’su; Gorki, Gogol,
Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Dickens, Austen,
Conrad, Balzac, Wilde, Victor Hugo, Flaubert, Stendhal, Maupassant ve Zola
gibi yazarların miras bıraktığı eserler edebiyat değilse nedir? Bunları
nereye koyacağız, neden okuyoruz?
Bugün dünya edebiyatı yalnızca şiirle değil; romanla, öyküyle, tiyatroyla
ve eleştirel düşüncenin taşıyıcısı olan kuramsal metinlerle şekillenmiştir.
Ancak derneğimiz bu tarihsel birikimin dışında kalmış; edebiyatı yalnızca
şiirden ibaret gören dar bir anlayışa teslim olmuştur.
Derneğimizin etkinlik çizelgesine baktığımızda; bilimin ve edebiyatın
omurgasını oluşturan bu alanların sistematik biçimde dışlandığını görüyoruz. Bu
yalnızca bir ihmâl değil; bilgi üretimine karşı bir direnç, bir tür
anti-entelektüel tutumdur. Şiirin kutsanması, romanın ve bilimin göz ardı
edilmesi; yüzeysel olanın, derin olanı bastırdığı, popüler olanın, nitelikli
olanı dışladığı bir kültürel çarpılmayı işaret eder.
Hepimizin bildiği Dreyfus davası, değil Fransa’da, tüm dünyada tartışma
yaratmış, Fransa’yı adamakıllı sarsmış; siyasi, hukuki ve askeri bir skandal olmuştur. Edebiyatçı Zola’nın “suçluyorum” adıyla yazdığı makale ile edebiyatın tarih
değiştirebilecek gücü olduğunu göstermiştir. Bizde de 1922’de yayınlanan
Çalıkuşu, Mustafa Kemal’i çok etkilemiş, roman cumhuriyet sonrası yaptığı
yeniliklerde Atatürk’e ilham kaynağı olmuştur. Bunlar edebiyatın siyaset
karşısında kazandığı zaferlerdir. Onun için derneğin edebiyata hiç yer vermemesi
büyük haksızlıktır.
Bir dernek adında “Bilim, Sanat ve Edebiyat” sözcüklerini taşıyorsa,
sorumluluğu sıradan bir şiir kulübünden çok daha büyüktür. Bu dernek bilimi
merkeze almalı; romanı, araştırmayı, tiyatroyu ve düşünsel üretimi teşvik
etmeli; topluma öncülük edecek nitelikli çalışmalar üretmelidir. Buna karşın biz,
salonu dolduran üç-beş şairin alkışına sığınmayı yeterli sayıyor; bilimin
“soğuk yüzünden” kaçarken aslında kendi geleceğimizi soğutuyoruz.
Oysa biliyoruz ki medeniyet şiir okunarak değil; bilim üretilerek, roman
yazılarak, eleştirinin ışığıyla yol alınarak kurulur. Eğer derneğimiz bu
çizgiyi benimsemiyorsa, adıyla taşıdığı sorumluluğa ihanet ediyor demektir.
Türk edebiyatına baktığımızda Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı,
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i, Orhan
Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde’si, Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı,
Yakup Kadri’nin Yaban’ı, Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnusu edebiyat
değilse nedir?
Hikâyeciliğimiz de güçlüdür: Dede Korkut Hikâyeleri’nden başlayıp Sami
Paşazade Sezai, Sait Faik, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Rıfat
Ilgaz, Aziz Nesin, Tarık Buğra, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu ve Füruzan’a uzanan
bir zincir… Bunlar edebiyat değilse nedir?
Edebiyatın temel taşlarından biri de tiyatrodur. Derneğimiz bilimde, romanda
ve öyküde olduğu gibi tiyatroya da uzak kalmıştır. Oysa Lüküs Hayat, Cibali
Karakolu, Kanlı Nigar, Yedi Kocalı Hürmüz, Paydos, Keşanlı
Ali Destanı, Şair Evlenmesi, Toros Canavarı, Köşe Başı,
İstanbul Efendisi, Fehim Paşa Konağı gibi eserler tiyatromuzun
köşe taşlarıdır.
Derneğin uygulamaları içinde bilim yoksa edebiyat yoksa neden adına “bilim”
ve “edebiyat” densin ki? Adı “Şairler Derneği” ya da “Ozanlar Derneği” olsa daha
doğru olmaz mı? “Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği” adını taşımak bu üç alana da
eşit mesafede durmayı gerektirmez mi?
1. Savaşlar ve Barış
Dünyamız üzerinde, aç gözlülük, sömürü, kin, şiddet, kıyım, kardeş
katilliği, kitlesel katliamlar sürüp gidiyor. Güneyimizde ve kuzeyimizde bazı
ülkelerde iç savaşlar; bazılarında emperyalist savaşlar sürüyor. Bu savaşlar
zaman zaman ülkemizi de tehdit edecek kadar yaklaşmıştır. Savaşlar toplumları
olduğu kadar edebiyatı da derinden etkiler. Bizde Kurtuluş Savaşı’nın, dünyada
Tolstoy’un Savaş ve Barış’ının etkisi ortadadır.
Derneğimiz bu konuda da yeterince duyarlılık göstermemiştir.
Tarih boyunca “Tanrı adına” hareket ettiğini iddia eden güçlerin, dünyayı
kana buladığına şahit olduk. Naziler’den Hiroşima ve Nagazaki’ye; bugün Gazze,
Filistin ve Ukrayna’da yaşananlara kadar aynı dehşet sürüyor.
Peki, insanlık savaşa karşı ne yapmalı? Edebiyatın görevi nedir?
Latin Amerika halkı gibi hissetmeliyiz; Afrikalı gibi düşünmeliyiz; Afganlı,
Iraklı, Suriyeli, Gazeli gibi savaşı yaşamalıyız—kısacası insan olmalıyız.
Kapitalizmin ve emperyalizmin yıkıcılığına karşı durmak, artık kutsal bir
görevdir; bu görev kültürün, sanatın ve edebiyatın da görevidir.
ABD uçaklarıyla, gemileriyle, bombalarıyla gelebilir; fakat biz de
edebiyatımızla, sanatımızla, vicdanımızla karşılarında dimdik durmalıyız. Savaş
geçici, edebiyat kalıcıdır. Savaş yıkarsa sanat inşa eder; savaş öldürürse
edebiyat yaşatır; savaş susturursa şiir konuşturur.
Bazı
büyük ustaların sözlerini hatırlayalım:
Victor
Hugo:
“Barış, her şeyi hazmeden mutluluktur.”
Brecht:
“Bir gün gelecek, ‘Silahları bırakın’ diyecek insanlık.”
Aytmatov: “Korkuyla değil, cesaretle
savaşın karşısında durmalıyız.”
Tolstoy:
“İnsan, inanmadığı bir şey uğruna acı çekeceğine; inandığı bir dava uğruna ölse
daha iyidir.”
2. Göçler ve Doğal Afetler
Göçler ve doğal afetler insanlık tarihinin en ağır sınavlarındandır.
Tepetaklak olan yaşamları, yıkılan düzenleri ve değişen kültürleri en iyi
edebiyat anlatır. Göç yalnızca yer değiştirme değildir; insanın belleğini,
acısını, umudunu ve geleceğini sırtına yükleyerek yeni bir hayata doğru yürüyüşüdür.
Anadolu’nun göç tarihi Rumeli’den, Kafkasya’dan, Balkanlar’dan gelenler;
Almanya’ya işçi olarak gidenler; köyden kente göç edenler ve savaşlardan kaçıp
sığınanlarla doludur. Her biri bir hikâye, bir roman, bir edebiyattır.
Nazım Hikmet’ten Yaşar Kemal’e; Orhan Kemal’den
Sevgi Soysal ve Füruzan’a kadar pek çok yazar bu göçlerin izlerini anlatmıştır.
Doğal afetler de toplumları derinden sarsar: Depremler, seller, yangınlar,
kuraklıklar… Bunlar yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal yıkımlardır.
İnsanların hafızasında açtığı yaralar romanlara, şiirlere, ağıtlara taşınır.
Edebiyat, tüm bu felaketlerin ardından bir tanıklık
bırakır. Çünkü unutursak yeniden
yaşarız; hatırlarsak yüzleşiriz; yüzleşirsek yeniden ayağa kalkarız.
Bilimle, sanatla ve edebiyatla uğraşan her kurum
gibi derneğimizin de bu konuları gündemde tutması gerekir. Çünkü yaraları
yalnızca tıp değil; kültür, sanat ve söz de iyileştirir. Kısacası edebiyat da
iyileştirir.
Unutmayalım: Savaşlar, göçler ve afetler dünyayı
karartır; fakat insanı ayakta tutan yine insanın yarattığı kültürdür,
edebiyattır.
Derneğimizin görevi bu yaraları görünür kılmak, tartışmak, hafızayı diri
tutmak; bilimin, sanatın ve edebiyatın iyileştirici gücünü topluma sunmaktır.
Değerli yoldaşlar,
Bugün konuştuğumuz her konu yalnızca teorik bir tartışma değildir. Bilimin,
sanatın ve edebiyatın taşıdığı sorumluluk; geçmişin tanıklığı ile geleceğin
inşası arasında bir köprüdür. Derneğimizin adının ağırlığı
büyüktür.
“Bilim, Sanat
ve Edebiyat Derneği” adını taşımak; bu üç alanın her birine emek vermeyi, alan
açmayı, üretmeyi ve topluma ışık tutmayı zorunlu kılar.
Bilim insanlığın aklıdır, Sanat insanlığın vicdanıdır, Edebiyat
insanlığın hafızasıdır.
Bir kurum aklı ihmal ederek ilerleyemez; vicdanı yok sayarak yaşayamaz;
hafızayı görmezden gelerek var olamaz.
Bu nedenle, derneğimiz artık bir tercihle değil, bir zorunlulukla karşı
karşıyadır:
Bilimi, sanatı ve edebiyatı yeniden hak ettikleri yere koymak zorundayız.
Bizler şiiri seviyoruz; şiir bu toprakların en güçlü
damarlarından biridir. Ancak yalnızca şiire yaslanarak yol alınamaz.
Roman
olmadan toplumun aynası eksik kalır. Öykü olmadan yaşamın ayrıntıları kaybolur.
Tiyatro olmadan sahnedeki yüzleşme
gerçekleşmez. Bilim olmadan geleceği kuramayız. Sanat olmadan insan kalamayız.
Görevimiz; bu alanların her birine kapı açmak,
çalışmalar yapmak, etkinlikler düzenlemek, gençleri teşvik etmek ve derneğimizi
bir kültür merkezi, bir düşünce evi, bir üretim alanına dönüştürmektir.
Unutmayalım: Bilim karanlığa karşı bilgidir. Sanat
kötülüğe karşı vicdandır. Edebiyat zulme
karşı hafızadır.
Bugün
dünya savaşlarla, göçlerle, afetlerle sarsılırken; toplumlar yoksulluk, baskı
ve adaletsizlikle mücadele ederken; insanlık geleceğini sorgularken bir
derneğin bile söyleyecek sözü vardır. Bizim sözümüz kalemimiz, sesimiz ve
vicdanımız olmalıdır.
Çünkü hiçbir bomba, hiçbir tank, hiçbir baskı;
– bir şiirin direncini,– bir romanın kalıcılığını,– bir sanat eserinin
yankısını yok edemez.
Biz
edebiyatla insan kalırız; sanatla
yumuşarız; bilimle ilerleriz.
Derneğimiz bu doğrultuda çalışırsa, bir kültür merkezi, bir düşünce evi ve
bir üretim alanı hâline gelebilir.
Nazım’ın sözleriyle bitirmek istiyorum:
“Bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçe sine yaşamak için…”
İşte bu nedenle derneğimiz bir ağacın gövdesi kadar güçlü, bir ormanın
nefesi kadar çoğul olmalıdır.
Hepinizi sevgiyle ve saygıyla selamlar yeni yılınızı
kutlar barış ve mutluluklar dilerim. 27. 12. 2025
Hasan ÇERÇİOĞLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder