26 Aralık 2025 Cuma

 


BİLİM SANAT VE EDEBİYAT DERNEĞİ 

Değerli yoldaşlar,

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

ELEŞTİRİLER VE ÖNERİLER

Başlıklı konuşmama halk ozanı Mahsuni Şerif’in bir dörtlüğüyle başlamak istiyorum.

              “Seyyah oldum pazar pazar dolaştım.
         Bir tüccara satamadım, ben beni
         Kuzu gibi diyar diyar meleşti

             Bir sürüye katamadım ben beni   Ben Hasan ÇERÇİOĞLU

Bildiğiniz gibi derneğimizin adı **“Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği”**dir. Ancak bilimin yüzü çoğu zaman “soğuk” olarak görülür; ülkemizde de bilime sıcak bakıldığı söylenemez. Başta üniversitelerimiz bilimsel eğitimden uzaklaştırılmış, eğitim ortaçağ kalıntıları tarikat ve cemaatlere teslim edilmiştir. Bilim insanlarımız, kendi alanlarında başarı gösterebilmek için çoğu zaman ülke dışına çıkmak zorunda kalmışlardır. Örneğin, Nobel Ödüllü Aziz Sancar Amerika’da; koronavirüs aşısını geliştiren Uğur Şahin ve Özlem Türeci Almanya’da çalışmalarını sürdürmektedir.

Bunun gibi daha nice bilim insanı üretimlerini yurt dışında devam ettirmek zorunda kalmışlardır. Neden? Diye sorarsanız: ülkede özgürlük yok. Özgür düşünce olmadan, eleştirel düşünce olmadan ne bilim ilerler, ne sanat, ne de edebiyat.

Oysa çağımız bilişim teknoloji çağı, yapay zekâ çağı, üç boyutlu yazıcılar çağı robot teknolojisi çağı, tıpta yapay organ üretim çağı, yapay zekanın insan zekasına  üstün olma çağı, internet çağı, sürücüsüz arabalar çağı, Uçan araçlar teknolojisi çağı, kısacası BİLİM Çağı, bilim çağından geri kalmamalıyız.

Derneğimizin en önemli kavramı da “Bilim”dir. Ancak ülkemizde bilime yönelik soğukluk ne yazık ki derneğimize ve üyelerimizin ilgi düzeyine de yansımıştır. Bir tesadüf sonucu “Bilim ve Bilimin Gelişimi” üzerine bir sunum yapma görevi bana verilmişti. Fakat sunum günü yönetimden dört-beş kişi, iki müzisyen bağlamacı, ailemden birkaç kişi olmak üzere toplam on kişi bile değildik. İşte derneğimiz üyelerinden bilime gösterilen ilgi, verilen değer bu kadardı.

Bugün Avrupa uygarlığı “Aydınlanma”sını İbn Rüşd’ün rasyonel mirasıyla kurmuştur. Biz ise İmam Gazali’nin akıl ve bilimi ikinci plana atan karanlık mirasının gölgesinden hâlâ çıkabilmiş değiliz. Bu zihinsel tıkanıklık yalnızca bilimde değil, edebiyat anlayışımızda da kendini göstermektedir. Bilginin yerine duygusal iç döküşü yücelten bir yaklaşım toplumsal ilerlemeye katkı sunamaz.

İlk çağda Sokrates’in bilim anlayışını,  Eflatun’un demokrasi düşüncesini;  çağımızda 2050 yılında Ay’da, 2100 yılında Mars’ta kentlerin kurulacağını; yakın gelecekte beyindeki hasarlı genlerin yenileriyle değiştirileceğini; Ünlü Fizikçi Stephan Hawking dediği gibi zenginler tarafından “insanüstü bir ırk” yaratabileceğini diğer insanların savaşlarla ve bulaşıcı hastalıklarla yok edileceğini ya da köleleştirileceğini; yeni tip insanüstü ırkının ömrü 350–400 yıla çıkabileceği konularını kapsayan bir sunumu kim dinlemeye gelir ki? Varsın şair olsun, şiir okunsun yeter… Oysa unutulmamalıdır ki dünya bilimle hareket ediyor, bilim üzerinde dönüyor.

Buna karşılık sıradan bir şiir etkinliği düzenlenseydi, salon tıklım tıklım dolacak, hatta salon dar gelecek, şairler Mülkiyeliler Birliği salonunu dolduracaklardı..

Bu nedenle derneğimiz, bir şairler derneğinden öteye geçememiş; ağırlığını şiire vermiştir. Her üç kişiden beşinin kendini şair ilan ettiği bir ülkede elbette bilim değil, şiir öne çıkacaktır. Etkinliklerin yüzde doksanının şiire ayrılmasının nedeni de budur. Bilime, romana, öyküye, tiyatroya neredeyse hiç yer verilmemiştir.

Oysa edebiyat denildiğinde akla ilk roman gelir; ardından öykü ve tiyatro gelir. Buna rağmen derneğimiz roman, öykü ve tiyatrodan uzak durmuş; bu alanlara neredeyse hiç yer vermemiştir. Dünya edebiyatına baktığımızda 1605’ten bu yana Cervantes’in Don Kişot’u; 1719’dan bu yana Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’su; Gorki, Gogol, Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Dickens, Austen, Conrad, Balzac, Wilde, Victor Hugo, Flaubert, Stendhal, Maupassant ve Zola gibi yazarların miras bıraktığı eserler edebiyat değilse nedir? Bunları nereye koyacağız, neden okuyoruz?

Bugün dünya edebiyatı yalnızca şiirle değil; romanla, öyküyle, tiyatroyla ve eleştirel düşüncenin taşıyıcısı olan kuramsal metinlerle şekillenmiştir. Ancak derneğimiz bu tarihsel birikimin dışında kalmış; edebiyatı yalnızca şiirden ibaret gören dar bir anlayışa teslim olmuştur.

Derneğimizin etkinlik çizelgesine baktığımızda; bilimin ve edebiyatın omurgasını oluşturan bu alanların sistematik biçimde dışlandığını görüyoruz. Bu yalnızca bir ihmâl değil; bilgi üretimine karşı bir direnç, bir tür anti-entelektüel tutumdur. Şiirin kutsanması, romanın ve bilimin göz ardı edilmesi; yüzeysel olanın, derin olanı bastırdığı, popüler olanın, nitelikli olanı dışladığı bir kültürel çarpılmayı işaret eder.

Hepimizin bildiği Dreyfus davası,  değil Fransa’da, tüm dünyada tartışma yaratmış, Fransa’yı adamakıllı sarsmış; siyasi, hukuki ve askeri bir skandal olmuştur.  Edebiyatçı Zola’nın  “suçluyorum”  adıyla yazdığı makale ile edebiyatın tarih değiştirebilecek gücü olduğunu göstermiştir. Bizde de 1922’de yayınlanan Çalıkuşu, Mustafa Kemal’i çok etkilemiş, roman cumhuriyet sonrası yaptığı yeniliklerde Atatürk’e ilham kaynağı olmuştur. Bunlar edebiyatın siyaset karşısında kazandığı zaferlerdir. Onun için derneğin edebiyata hiç yer vermemesi büyük haksızlıktır.

Bir dernek adında “Bilim, Sanat ve Edebiyat” sözcüklerini taşıyorsa, sorumluluğu sıradan bir şiir kulübünden çok daha büyüktür. Bu dernek bilimi merkeze almalı; romanı, araştırmayı, tiyatroyu ve düşünsel üretimi teşvik etmeli; topluma öncülük edecek nitelikli çalışmalar üretmelidir. Buna karşın biz, salonu dolduran üç-beş şairin alkışına sığınmayı yeterli sayıyor; bilimin “soğuk yüzünden” kaçarken aslında kendi geleceğimizi soğutuyoruz.

Oysa biliyoruz ki medeniyet şiir okunarak değil; bilim üretilerek, roman yazılarak, eleştirinin ışığıyla yol alınarak kurulur. Eğer derneğimiz bu çizgiyi benimsemiyorsa, adıyla taşıdığı sorumluluğa ihanet ediyor demektir.

Türk edebiyatına baktığımızda Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde’si, Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı, Yakup Kadri’nin Yaban’ı, Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnusu edebiyat değilse nedir?

Hikâyeciliğimiz de güçlüdür: Dede Korkut Hikâyeleri’nden başlayıp Sami Paşazade Sezai, Sait Faik, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Tarık Buğra, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu ve Füruzan’a uzanan bir zincir… Bunlar edebiyat değilse nedir?

Edebiyatın temel taşlarından biri de tiyatrodur. Derneğimiz bilimde, romanda ve öyküde olduğu gibi tiyatroya da uzak kalmıştır. Oysa Lüküs Hayat, Cibali Karakolu, Kanlı Nigar, Yedi Kocalı Hürmüz, Paydos, Keşanlı Ali Destanı, Şair Evlenmesi, Toros Canavarı, Köşe Başı, İstanbul Efendisi, Fehim Paşa Konağı gibi eserler tiyatromuzun köşe taşlarıdır.

Derneğin uygulamaları içinde bilim yoksa edebiyat yoksa neden adına “bilim” ve “edebiyat” densin ki? Adı “Şairler Derneği” ya da “Ozanlar Derneği” olsa daha doğru olmaz mı? “Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği” adını taşımak bu üç alana da eşit mesafede durmayı gerektirmez mi?

1. Savaşlar ve Barış

Dünyamız üzerinde, aç gözlülük, sömürü, kin, şiddet, kıyım, kardeş katilliği, kitlesel katliamlar sürüp gidiyor. Güneyimizde ve kuzeyimizde bazı ülkelerde iç savaşlar; bazılarında emperyalist savaşlar sürüyor. Bu savaşlar zaman zaman ülkemizi de tehdit edecek kadar yaklaşmıştır. Savaşlar toplumları olduğu kadar edebiyatı da derinden etkiler. Bizde Kurtuluş Savaşı’nın, dünyada Tolstoy’un Savaş ve Barış’ının etkisi ortadadır.

Derneğimiz bu konuda da yeterince duyarlılık göstermemiştir.

Tarih boyunca “Tanrı adına” hareket ettiğini iddia eden güçlerin, dünyayı kana buladığına şahit olduk. Naziler’den Hiroşima ve Nagazaki’ye; bugün Gazze, Filistin ve Ukrayna’da yaşananlara kadar aynı dehşet sürüyor.

Peki, insanlık savaşa karşı ne yapmalı? Edebiyatın görevi nedir?

Latin Amerika halkı gibi hissetmeliyiz; Afrikalı gibi düşünmeliyiz; Afganlı, Iraklı, Suriyeli, Gazeli gibi savaşı yaşamalıyız—kısacası insan olmalıyız. Kapitalizmin ve emperyalizmin yıkıcılığına karşı durmak, artık kutsal bir görevdir; bu görev kültürün, sanatın ve edebiyatın da görevidir.

ABD uçaklarıyla, gemileriyle, bombalarıyla gelebilir; fakat biz de edebiyatımızla, sanatımızla, vicdanımızla karşılarında dimdik durmalıyız. Savaş geçici, edebiyat kalıcıdır. Savaş yıkarsa sanat inşa eder; savaş öldürürse edebiyat yaşatır; savaş susturursa şiir konuşturur.

Bazı büyük ustaların sözlerini hatırlayalım:

Victor Hugo: “Barış, her şeyi hazmeden mutluluktur.”

Brecht: “Bir gün gelecek, ‘Silahları bırakın’ diyecek insanlık.”

 Aytmatov: “Korkuyla değil, cesaretle savaşın karşısında durmalıyız.”

         Tolstoy: “İnsan, inanmadığı bir şey uğruna acı çekeceğine; inandığı bir dava uğruna ölse daha iyidir.”

2. Göçler ve Doğal Afetler

Göçler ve doğal afetler insanlık tarihinin en ağır sınavlarındandır. Tepetaklak olan yaşamları, yıkılan düzenleri ve değişen kültürleri en iyi edebiyat anlatır. Göç yalnızca yer değiştirme değildir; insanın belleğini, acısını, umudunu ve geleceğini sırtına yükleyerek yeni bir hayata doğru yürüyüşüdür.

Anadolu’nun göç tarihi Rumeli’den, Kafkasya’dan, Balkanlar’dan gelenler; Almanya’ya işçi olarak gidenler; köyden kente göç edenler ve savaşlardan kaçıp sığınanlarla doludur. Her biri bir hikâye, bir roman, bir edebiyattır.

Nazım Hikmet’ten Yaşar Kemal’e; Orhan Kemal’den Sevgi Soysal ve Füruzan’a kadar pek çok yazar bu göçlerin izlerini anlatmıştır.

Doğal afetler de toplumları derinden sarsar: Depremler, seller, yangınlar, kuraklıklar… Bunlar yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal yıkımlardır. İnsanların hafızasında açtığı yaralar romanlara, şiirlere, ağıtlara taşınır.

Edebiyat, tüm bu felaketlerin ardından bir tanıklık bırakır. Çünkü unutursak yeniden yaşarız; hatırlarsak yüzleşiriz; yüzleşirsek yeniden ayağa kalkarız.

Bilimle, sanatla ve edebiyatla uğraşan her kurum gibi derneğimizin de bu konuları gündemde tutması gerekir. Çünkü yaraları yalnızca tıp değil; kültür, sanat ve söz de iyileştirir. Kısacası edebiyat da iyileştirir.

Unutmayalım: Savaşlar, göçler ve afetler dünyayı karartır; fakat insanı ayakta tutan yine insanın yarattığı kültürdür, edebiyattır.

Derneğimizin görevi bu yaraları görünür kılmak, tartışmak, hafızayı diri tutmak; bilimin, sanatın ve edebiyatın iyileştirici gücünü topluma sunmaktır.

Değerli yoldaşlar,

Bugün konuştuğumuz her konu yalnızca teorik bir tartışma değildir. Bilimin, sanatın ve edebiyatın taşıdığı sorumluluk; geçmişin tanıklığı ile geleceğin inşası arasında bir köprüdür. Derneğimizin adının ağırlığı büyüktür.

 “Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği” adını taşımak; bu üç alanın her birine emek vermeyi, alan açmayı, üretmeyi ve topluma ışık tutmayı zorunlu kılar.

Bilim insanlığın aklıdır, Sanat insanlığın vicdanıdır, Edebiyat insanlığın hafızasıdır.

Bir kurum aklı ihmal ederek ilerleyemez; vicdanı yok sayarak yaşayamaz; hafızayı görmezden gelerek var olamaz.

Bu nedenle, derneğimiz artık bir tercihle değil, bir zorunlulukla karşı karşıyadır:
Bilimi, sanatı ve edebiyatı yeniden hak ettikleri yere koymak zorundayız.

Bizler şiiri seviyoruz; şiir bu toprakların en güçlü damarlarından biridir. Ancak yalnızca şiire yaslanarak yol alınamaz.

Roman olmadan toplumun aynası eksik kalır. Öykü olmadan yaşamın ayrıntıları kaybolur.  Tiyatro olmadan sahnedeki yüzleşme gerçekleşmez. Bilim olmadan geleceği kuramayız. Sanat olmadan insan kalamayız.

Görevimiz; bu alanların her birine kapı açmak, çalışmalar yapmak, etkinlikler düzenlemek, gençleri teşvik etmek ve derneğimizi bir kültür merkezi, bir düşünce evi, bir üretim alanına dönüştürmektir.

Unutmayalım:  Bilim karanlığa karşı bilgidir. Sanat kötülüğe karşı vicdandır.  Edebiyat zulme karşı hafızadır.

         Bugün dünya savaşlarla, göçlerle, afetlerle sarsılırken; toplumlar yoksulluk, baskı ve adaletsizlikle mücadele ederken; insanlık geleceğini sorgularken bir derneğin bile söyleyecek sözü vardır. Bizim sözümüz kalemimiz, sesimiz ve vicdanımız olmalıdır.

Çünkü hiçbir bomba, hiçbir tank, hiçbir baskı;

– bir şiirin direncini,– bir romanın kalıcılığını,– bir sanat eserinin yankısını yok edemez.

Biz edebiyatla insan kalırız;  sanatla yumuşarız; bilimle ilerleriz.

Derneğimiz bu doğrultuda çalışırsa, bir kültür merkezi, bir düşünce evi ve bir üretim alanı hâline gelebilir.

Nazım’ın sözleriyle bitirmek istiyorum:

“Bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçe sine yaşamak için…”

İşte bu nedenle derneğimiz bir ağacın gövdesi kadar güçlü, bir ormanın nefesi kadar çoğul olmalıdır.

Hepinizi sevgiyle ve saygıyla selamlar yeni yılınızı kutlar barış ve mutluluklar dilerim. 27. 12. 2025

Hasan ÇERÇİOĞLU

19 Aralık 2025 Cuma

 

ANAMLI YILLAR – 6

Zaman ne kadar hızlı geçiyor anacığım… Su gibi akıp gidiyor; hiçbir güç onu durduramıyor. İnsanlar zamanın nasıl geçtiğini fark etmez, tarihin nasıl aktığını da çoğu zaman bilmezler. Ama ben bilirim. Bugün 19-20 Aralık; Maraş katliamının 47.yıl dönümü senin de aramızdan ayrılışının on  altıncı  yıl dönümü.

Ne seni unutabildim ne Maraş katliamını ne de o günleri… O günler içimde derin izler bıraktı.

Maraş Katliamının üzerinden 47 yıl geçti. 19 Aralık 1978'de başlayıp, 26 Aralık 1978 'e kadar devam eden devlet içinde örgütlü yapıların eliyle 7 günde gerçekleşen Maraş Katliamında 120 kişi vahşi yöntemler kullanılarak katledildi, binin üzerinde insan yaralandı.  552 ev yakılarak tahrip edildi. 289 işyeri yağmalandı. Ne kadar acı bir tablo…O günleri birlikte yaşamış birlikte üzülmüştük. Maraş katliamı 12 Eylül 1980 darbesinin taşlarını döşemişti.

Darbe yapıldığı yıl Karayolları 4. Bölge Müdürlüğünde kontrol mühendisi olarak çalışıyordum. Aynı zamanda TMMOB’ye bağlı İnşaat Mühendisleri Odası yönetiminde görev alıyordum. Darbe olunca hakkımızda davalar açıldı; Karayollarından görevden uzaklaştırıldım, işsiz kaldım. Hatırlıyor musun anacığım o günleri? Ne büyük sıkıntılar çekmiştik…

6 Kasım 1983 seçimlerinde ANAP yüzde 45 oy alarak tek başına iktidar oldu; Turgut Özal hükûmeti kurdu. Turgut, Korkut ve Yusuf Özal üç kardeşti. Üçü de adeta başbakan gibi hüküm sürüyordu. Sırtlarını Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e dayamışlardı; öyle yetkili, öyle havalıydılar ki anlatamam… İşte o günleri hiç unutmadım. İçimde derin bir iz bıraktılar.

Ben işsiz iş ararken Yusuf Özal’dan haber salındı:
“Ne kadar Malatyalı teknik eleman varsa gelsin, birlikte çalışalım.”

Hemşerimiz Hacı Mordoğan bu çağrıyı duymuş, Köy Hizmetlerinde daire başkanı olmuştu. Tesadüfen karşılaştık.
“Yusuf Özal haber gönderdi,” dedi. “Ben gittim, daire başkanı oldum. Sen de git; sana da bir makam ya da bir iş verirler.”

Ama o günkü koşullarda delikanlılığıma, devrimciliğime yediremedim. Arkadaşlarımın çoğu cezaevindeyken, işkenceden geçerken; her an tutuklanabilirim korkusuyla yaşarken Özal’ın hizmetine girmeyi onuruma sığdıramadım.
“İşsiz gezerim, aç kalırım ama Özalların hizmetinde çalışmam,” dedim ve gitmedim.

Sonradan duydum ki, devrimci geçinip mangalda kül bırakmayan pek çok kişi fırsat düşmüş gibi Özal’a koşmuş. Kimi genel müdür, kimi daire başkanı, en düşüğü bölge müdürü olmuş. Hatta kimileri çocuklarına Özal’ı kirve tutmuş, görkemli sünnet düğünleri yapmış. Özal da kirveliğin karşılığını vermiş; kirvelerini yüklenici yapmış, birkaç yıl içinde holding sahibi etmişti.

“Benim memurum işini bilir” sözüyle de iş adamlarına, bürokratlara, teknik elemanlara gün doğmuştu. Allah “yürü kulum” demiş, yürümüşlerdi.

Ben ise Afşin-Elbistan Termik Santrali’nde bir müşavirlik firmasında iş buldum. Elbistan’a gittim, orada çalışmaya başladım.

1991’de seçimler yapıldı. Biz de SHP için çalıştık. “Kenan Evren faşisti gitsin de kim gelirse gelsin,” dedik. Çankaya’da, Mamak’ta yol boyu afişler astık; Kızılay’da bildiriler dağıttık. Sonunda DYP çoğunluğu aldı. Hükûmeti kurma görevi Süleyman Demirel’e verildi. Demirel, DYP–SHP koalisyon hükûmetini 20 Kasım 1991’de kurdu. SHP Genel Başkanı Erdal İnönü Başbakan Yardımcısı oldu. Malatyalı Seyfi Oktay’ın SHP’den Adalet Bakanı olduğunu duyunca sevindim; çünkü Seyfi Bey’i önceden tanıyordum.

Dalokay Ankara Belediye Başkanıyken EGO Genel Müdürlüğünde birlikte çalışmıştık. O murakıptı, ben yatırımlarda mühendistim. İki Malatyalı hemşeriydik. Ara sıra bir araya gelir, çay içer, bazen birlikte yemeğe giderdik.

Elbistan’da işimden, arkadaşlarımdan memnundum. Maaşım da iyiydi. Ama tek sıkıntım vardı: Çoluk çocuktan uzaktım. Çocuklar Ankara’daydı, ben Elbistan’da… On beş günde bir ancak Ankara’ya gelebiliyordum.

O sırada Onur Kumbaracıbaşı Bayındırlık ve İskân Bakanı olmuştu.
“Bir Seyfi Oktay’a gideyim,” dedim. “Belki Onur Kumbaracıbaşı’nı arar da Karayollarına geri dönerim.”

Bir günlük izin aldım, Ankara’ya geldim. Akşam aile içinde konuştuk. Eşim ve çocuklar sevindi. Annem ise pek sevinmedi.

“Oğlum,” dedi,
“Ankara’da çalışmak istiyordun da neden Yusuf Özal’a gitmedin? Gitseydin ne olurdu? Devrimciliğini elinden mi alırdı? Bakalım senin Seyfi dediğin hemşerin sana ne kadar sahip çıkacak.”

“Ne olacak ana,” dedim. “Olmazsa geri işime dönerim. Kaybım yok. İşten de ayrılmıyorum.”

“Sen bilirsin,” dedi.

Ertesi gün giyindim, kuşandım; doğru Adalet Bakanlığına gittim. Sekreterlikten izin alıp içeri girdim. Seyfi Bey’i adalet makamında görünce gururlandım. Hemşerim Adalet Bakanı olmuştu; insan sevinmez mi?

Kendi kendime, “Beni görünce yerinden kalkacak, sarılacak,” diye düşündüm. Kapıyı çaldım; “gel” denmesini beklemeden içeri girdim. Karşısında birkaç kişi vardı, sohbet ediyordu. Benim girdiğimi fark etmedi sandım. Bir süre ayakta bekledim. Göz ucuyla beni görünce, isteksizce:
“Buyurun, oturun,” dedi.

Beş on dakika sonra bana döndü. Hal hatır soracak sandım. Sormadı.

“Sayın Bakan,” dedim, “beni hatırlayamadınız galiba. EGO’da birlikte çalışmıştık. Ben yatırımlardaydım, siz murakıptınız. Seçim zamanı Akay’daki büronuza da gelmiştim.”

“Yok,” dedi, “hatırlayamadım. Ne için gelmiştiniz?”

“Efendim,” dedim, “12 Eylül darbesinden sonra Karayolları 4. Bölgedeki görevimden uzaklaştırıldım. Bayındırlık Bakanına ya da Karayolları Genel Müdürüne bir telefon açsanız da tekrar görevime dönebilsem…”

“Adınız neydi?” diye sordu.

“Hasan.”

“Hasancığım,” dedi, “sen Karayolları Genel Müdürlüğüne git, yerini yap. Ben sonra genel müdürü arar, işini hallederim.”

İçimden bir öfke yükseldi. “Ben Karayollarına gidip işimi kendim halledeceksem, senin yanında ne işim var?” diye düşündüm.

“Yani öyle mi diyorsunuz?” dedim.

“Evet, tam olarak öyle,” deyince ayağa kalktım. Büyük bir sinirle kendimi dışarı attım. Bir de “Hasancığım” diyor; kibarlıktan da vazgeçmiyor.
“Senin kibarlığına tüküreyim,” diye söylene söylene birkaç küfür savurdum, bakanlıktan ayrıldım.

Koridor boyunca yürürken içimde bir şeylerin koptuğunu hissediyordum. Yıllar önce birlikte çalıştığım, aynı masada çay içtiğim, aynı memleketten olduğum birinin, şimdi beni tanımazlıktan gelmesi canımı yakmıştı. Asıl yaralayan ise makamın, insanın hafızasını da vicdanını da bu kadar hızlı silmesiydi. Kapıdan çıkarken annemin sözleri kulaklarımda çınlıyordu:
“Özal’a gitseydin ne olurdu?”

İşte oluyordu ana…
İnsan, bir kapının eşiğinde ne olduğunu daha iyi anlıyor.

Dışarı çıktığımda hava soğuktu. Ankara ayazı yüzüme vuruyor, ama içimdeki öfkeyi soğutmaya yetmiyordu. Kızılay’a doğru yürüdüm. Afiş astığımız, bildiri dağıttığımız sokaklardan geçtim. Bir zamanlar umutla doldurduğumuz meydanlar şimdi bana daha da yalnız görünüyordu. “Faşist gitsin de kim gelirse gelsin” demiştik; giden gitmişti ama gelenlerin çoğu, gideni aratmayacak kadar uzaklaşmıştı halktan.

Akşam eve döndüğümde kimseye bir şey anlatmadım. Annem yüzüme baktı, anlamıştı.
“Oldu mu?” diye sormadı.
Ben de anlatmadım. Sessizlik bazen en doğru cevaptır.

Ertesi gün Elbistan’a geri döndüm. İşime, arkadaşlarıma, yalnızlığıma… Ama içimde artık başka bir ağırlık vardı. Bir kez daha öğrenmiştim: Bu ülkede liyakat değil sadakat, emek değil biat, geçmiş değil çıkar hatırlanıyordu.

Ben yine bildiğim yerden yürüdüm. Ne kimsenin kapısında eğildim ne de adımı küçülttüm. Belki kaybettim ama kendimi kaybetmedim.

Zaman geçti anacığım…
Su gibi aktı gitti.
Ama bazı günler vardır ki, üzerinden yıllar geçse de insanın içinden hiç çıkmaz.
Bu yaşadıklarım da onlardan biri oldu.

  

 

 

7 Aralık 2025 Pazar

 

Dreyfus Davası – Kısa Özet

İBB BAŞKANI Ekrem İmamoğlu davasına benzediği için yazmak istedim.

Dreyfus Davası (1894–1906), Fransa’yı derinden sarsan siyasi, hukuki ve toplumsal bir skandaldır. Yahudi kökenli Fransız subayı Alfred Dreyfus, Almanlara casusluk yaptığı iddiasıyla sahte delillerle suçlanmış, gizlice yürütülen duruşmada mahkûm edilmiş ve Şeytan Adası'na sürülmüştür.

Dreyfus’un suçsuzluğunu kanıtlayan gerçek delilleri bulan Albay Picquart, susturulmak için Tunus’a gönderilir; asıl suçlunun Binbaşı Esterhazy olduğu anlaşılır ancak ordu yine de Dreyfus’un yeniden yargılanmasını engeller.

Bu haksızlık karşısında ünlü yazar Emile Zola, 1898’de “J’Accuse – Suçluyorum” başlıklı mektubuyla generalleri, yargıçları ve devleti sert şekilde suçlayarak büyük bir tartışma başlatır. Zola yargılanır, tehdit edilir ve bir süre ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Buna rağmen davaya büyük bir toplumsal destek oluşur. Fransa ikiye bölünür: Dreyfuscüler (adalet isteyenler) ve karşıtları (ırkçılar, ordu yanlıları).

1899’da dava yeniden görülür; Dreyfus’a yine ceza verilir fakat Cumhurbaşkanı onu affeder. 1906’da üçüncü kez yargılanır ve sonunda beraat eder, rütbeleri geri verilir. 1. Dünya Savaşı’na katılır ve 1935’te ölür.

Davanın önemi yalnızca bir askerin haksızlığa uğraması değildir; aydın kavramı, yargının siyasallaşmasının tehlikeleri, ırkçılığın toplumu çökerten niteliği, devletin yalanlarına karşı direniş ve edebiyatın siyaseti etkileyebilmesi gibi alanlarda büyük etkiler yaratmıştır.

Zola’nın cesur çıkışı, edebiyatın tarih değiştirebilecek gücü olduğunu göstermiştir. Dreyfus’un gerçek anlamda aklanması ise ancak 1995–1997 yıllarında, Fransız ordusunun özrüyle tamamlanmıştır.

21 Kasım 2025 Cuma

 

BİR GÜNLÜĞÜNE CUMHURBAŞKANI OLSAM

CHP nin programının dinleyince “Bir günlüğüne Cumhurbaşkanı olsam nasıl bir program uygularım.” Sorusu aklıma geldi. Bir güne kaç kararname sığar bilmiyorum; yine de önceliklerimi sıralamak isterim.
Öncelikle çocuk işçiliğine kesin olarak son verirdim. Çocukların neden çalışmak zorunda kaldıklarını araştırır, onları bu mecburiyete iten tüm sebepleri ortadan kaldırır ve hepsini okula gönderirdim.

İkinci olarak, özel eğitim ve özel sağlık sistemini yeniden düzenlerdim. Tüm özel okulları ve özel hastaneleri kamulaştırır, eğitim ile sağlık hizmetlerini tamamen ücretsiz hale getirirdim.

Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları gereği hukuka aykırı biçimde tutulan herkesi serbest bırakırdım.
Kamu yönetiminde kayyum uygulamasına son verir, seçimle gelen tüm yöneticileri görevlerine iade ederdim.

Adil bir vergi reformu uygular azdan az çoktan çok vergi alırdım.

Kamuda tasarruf tedbirlerini sıkı şekilde uygulayıp lüks yabancı araçları kaldırırdım. Fazla araçları satar, her kurumun yalnızca ihtiyacı kadar araç kullanmasını sağlardım. Atamaları ise yalnızca liyakat esasına göre yapardım.

Cumhurbaşkanının bu kadar araç,  bu kadar  korumaya gerek olmadığını düşünüyor  önceki cumhurbaşkanlarının kullandığı kadar araç ve koruma kadar eleman alırdım.

 Cumhurbaşkanının 13 uçağı olduğu söyleniyor; bunların en az onunu satar, yerine deprem ve yangın gibi afetlerde kullanılacak araçlar ve ekipmanlar aldırırdım.

Özellikle İstanbul için kapsamlı bir deprem hazırlık programı başlatırdım. Riskli yapıların hızla yıkılmasını, güvenli konutların yapılmasını ve yeni tedbirlerin derhâl uygulanmasını sağlardım. Çünkü depremin ne zaman olacağı belli olmaz.

Muhtemelen bir günde ancak bu kadar kararname çıkarabilirdim.

Bir günlük görev süremde, yalnızca acil sorunları çözmekle yetinmez; geleceğe dönük kalıcı adımların da temelini atardım.

Örneğin, tarım ve hayvancılığı yeniden ayağa kaldırmak için kapsamlı bir destek programı başlatırdım. Çiftçilerin borçlarını yapılandırır, üretim maliyetlerini düşürür, köyden kente göçü tersine çevirecek projeleri devreye sokardım. Üreten insanların yüzünü güldürmeden bir ülkenin büyümesi mümkün değildir.

Basın özgürlüğünü güvence altına alır, gazetecilerin korkmadan yazabildiği, televizyonların özgürce yayın yapabildiği bir ortam oluştururdum. Eleştirinin olmadığı bir yönetim, kendi karanlığında kaybolmaya mahkûmdur.

Kadınların ve gençlerin toplumsal hayatta eşit ve güçlü bir konuma gelmesini sağlayacak yasaları çıkarır, şiddetle mücadele konusunda sıfır tolerans politikasını hayata geçirirdim. Bir toplum ancak en çok ezilenlerini koruyabildiği ölçüde ileridir.

Bilim ve sanatın gelişmesi için yeni bir seferberlik başlatırdım. Üniversiteleri özgürleştirir, bilim insanlarının araştırma yapabileceği alanları genişletir, tiyatroları, sinemayı, edebiyatı destekleyen fonları artırırdım. Çünkü bilim ve sanat olmadan hiçbir ülke geleceğe güvenle yürüyemez.

Ve bütün bunlardan sonra, bir günün sonunda…
Belki de en önemli kararnameyi o zaman yayımlardım: Her yurttaşın kendini eşit, özgür ve güvende hissettiği bir ülke inşa etme hedefinin, devletin değişmez ilkesi olduğuna dair bir kararname.

Bir günlüğüne cumhurbaşkanı olmak, elbette bütün sorunları çözmeye yetmezdi. Ama doğru istikameti gösteren bir başlangıç olurdu.

Bir günün sınırlı zamanı içinde, ülkenin geleceğine ışık tutacak adımlar atmak için çalışmayı sürdürürdüm.
Sıradaki işim, ekonomiyi toplumun geniş kesimlerinin lehine dönüştürmek olurdu.

Öncelikle, dar gelirlilerin üzerindeki vergi yükünü hafifletir, büyük sermaye gruplarına verilen haksız teşvikleri gözden geçirirdim. Üretimi teşvik eden, istihdam yaratan ve emeği koruyan bir ekonomi politikasını yürürlüğe koyardım. Çünkü zengin daha zengin olurken yoksulun daha çok yoksullaştığı bir düzen sürdürülemez.

Ardından, çevre ve doğa için kapsamlı bir koruma programı başlatırdım.
Maden izinleri, orman talanları, derelerin ve göllerin kirletilmesi gibi uygulamaları derhal durdurur; doğayı insanın değil, insanı doğanın bir parçası olarak gören bir anlayışı yerleştirirdim.
Her şehirde yeşil alanları artırır, çocukların beton arasında değil, doğayla iç içe büyüyebileceği bir çevre oluştururdum.

Ulaşım ve kentleşme alanında da önemli kararlar alırdım. Toplu ulaşımı geliştirmek için büyük yatırımlar yapar, trafik sorununu azaltan çevreci projeleri hayata geçirirdim.
Plansız yapılaşmayı engelleyip şehirleri nefes alır hâle getirecek bir imar düzeni getirirdim.

Günün sonlarına yaklaşırken, demokrasi ve hukuk devleti konusunda belki de en hayati adımı atardım:
Yargı bağımsızlığını güvence altına alan bir reform paketini yürürlüğe sokar, mahkemelerin siyasi baskılardan tamamen arındırılmasını sağlardım. Çünkü adaletin olmadığı bir ülkede hiçbir reformun kalıcılığı olmaz.

Ve bütün bunları yaptıktan sonra, görevimin son saatlerinde bir kez daha ülkeye bakar, alınan kararların toplumda nasıl karşılık bulacağını düşünürdüm. Bir günün süresi elbette yetersizdi; ama doğru yönde atılmış bir adımın bile ülkeye umut vereceğini bilirdim.

Belki de en büyük kazanç, insanların geleceğe yeniden umutla bakması olurdu.

 

9 Kasım 2025 Pazar

BİLİM SANAT VE EDEBİYAT

 

Değerli yoldaşlar,

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Derneğimizin adı “Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği’dir. Ancak bilimin yüzü çoğu zaman soğuk görülür; ülkemizde de bilime sıcak bakıldığını söylemek zordur. Bilim insanlarımız, kendi alanlarında başarı gösterebilmek için çoğu zaman ülke dışına çıkmak zorunda kalmışlardır. Örneğin Nobel Ödüllü Aziz Sancar Amerika’da; koronavirüs aşısını geliştiren Uğur Şahin ve Özlem Türeci ise Almanya’da çalışmalarını başarıyla sürdürmüşlerdir.

Derneğimizin adında “bilim” ilk sırada yer almasına rağmen, ülkemizde bilime karşı olan mesafe derneğimize de yansımış; üyelerimiz de bilime benzer bir soğuklukla yaklaşmıştır. Tesadüfen bilim üzerine bir sunum görevi bana verilmişti. Ancak yönetimden dört-beş kişi, iki müzisyen, eşim, kardeşim, oğlum ve 13 yaşındaki torunum gelmişti. Yani on kişi bile değildik. Çünkü sıradan bir şairin şiirini dinlemek varken, Hasan Çerçioğlu’nun Sokrates’in bilim anlayışını, Eflatun’un demokrasi düşüncesini ya da 2050’de Ay’da, 2100’de Mars’ta kentler kurulacağını, yakın gelecekte hasarlı genlerin yenileriyle değiştirileceğini, yeni bir insan tipinin ortaya çıkacağını, insan ömrünün 350–400 yıla uzayabileceğini anlatan bilimsel bir sunumu kim dinlemeye gelirdi ki? Oysa bunlar hayal ya da ütopya değil; bilimsel gerçekliklerdir.
Buna karşılık, sıradan bir şiir günü düzenlenseydi salon tıklım tıklım dolardı; hatta salon dar gelir, şairler Mülkiyeliler Birliği salonuna akın ederlerdi.

Bu yüzden derneğimiz bir şairler derneğinden öte yol almamıştır.  Ağırlığı şiire vermiştir. Üç kişiden beşinin kendini şair ilan ettiği bir ülkede elbette bilim değil, şiir öne çıkacaktır. Etkinliklerin yüzde doksanının şairlere ve şiire ayrılmasının nedeni de budur. Bilime, romana, öyküye, tiyatroya neredeyse hiç yer verilmemiştir.

Oysa edebiyat denildiğinde ilk akla roman gelir; ardından öykü ve tiyatro gelir. Buna rağmen derneğimiz roman, öykü ve tiyatroya uzak durmuş; bu alanlara neredeyse hiç yer ayırmamıştır. Dünya edebiyatına baktığımızda Cervantes’in Don Kişot’u, Defoe’nun Robinson Crusoe’su; Gorki, Gogol, Tolstoy, Çehov, Dickens, Austen, Conrad, Wilde, Balzac, Victor Hugo, Flaubert, Stendhal, Maupassant, Zola gibi yazarların bıraktığı eserler edebiyat değilse nedir? Bunları nereye koyacağız; bunları niçin okuyoruz?

Türk edebiyatında da Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde’si, Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı, Yakup Kadri’nin Yaban’ı, Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnusu edebiyattan başka nedir?

Hikâyeciliğimiz de güçlüdür. Dede Korkut Hikâyeleri’nden başlayıp Sami Paşazade Sezai’den Sait Faik’e; Sabahattin Ali’den Kemal Tahir’e; Orhan Kemal, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Tarık Buğra, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu ve Füruzan’a uzanan bir zincirimiz var. Bunlar edebiyat değilse nedir?

Edebiyatın temel taşlarından biri de tiyatrodur. Derneğimiz, romanda ve öyküde olduğu gibi tiyatroda da eksik kalmıştır. Oysa Lüküs Hayat, Cibali Karakolu, Kanlı Nigar, Yedi Kocalı Hürmüz, Paydos, Keşanlı Ali Destanı, Şair Evlenmesi, Toros Canavarı, Köşe Başı, İstanbul Efendisi ve Fehim Paşa Konağı gibi eserler tiyatromuzun köşe taşlarıdır.

Derneğin adı “Şairler Derneği” ya da “Ozanlar Derneği” olsaydı kimse bir şey demezdi. Ancak “Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği” adını taşımak; ismini aldığı alanlara eşit mesafede durmayı gerektirir.

Edebiyatın temel konularından olan savaşlar, barış, göçler ve doğal afetler gibi meselelere de hiç yer verilmemiştir.

1. Savaşlar ve Barış

Güneyimizde ve kuzeyimizde bazı ülkelerde iç savaşlar, bazılarında ise emperyalist savaşlar sürüyor. Bu savaşlar zaman zaman ülkemizi de tehdit edecek kadar yaklaştı. Savaşlar toplumları olduğu kadar edebiyatı da derinden etkiler. Bizde Kurtuluş Savaşı’nın; dünyada Tolstoy’un Savaş ve Barışının etkisi ortadadır.

Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği olarak bu konuda da yeterince duyarlılık gösterilememiştir.

Tarih boyunca “Tanrı adına” hareket ettiğini iddia eden güçlerin dünyayı kana buladığına şahit olduk. Naziler’den Hiroşima ve Nagazaki’ye; bugün Gazze, Filistin ve Ukrayna’da yaşananlara kadar aynı dehşet sürüyor.

Peki, insanlık savaşa karşı ne yapmalı? Edebiyatın görevi nedir?

Latin Amerika halkları gibi hissetmeli; Afrikalı gibi düşünmeli; Afgan, Iraklı, Suriyeli, Gazeli gibi savaşı yaşamalı—kısacası insan olmalıdır. Kapitalizmin ve emperyalizmin yıkıcılığına karşı durmak artık kutsal bir görevdir ve bu görev kültürün, sanatın ve edebiyatın da görevidir.

ABD uçaklarıyla, gemileriyle, bombalarıyla gelebilir; ama biz de edebiyatımızla, sanatımızla, vicdanımızla karşılarında dimdik durmalıyız. Çünkü savaş yıkarsa sanat inşa eder; savaş öldürürse edebiyat yaşatır; savaş susturursa şiir konuşturur.

Bazı büyük ustaların sözlerini hatırlayalım:
Bacon: “Sanat, dünyaya eklenen insandır.”
Camus: “Sanat, zorbalığa karşıdır.”
Schiller: “Ey insan, sanat yalnız senindir.”
Gorki: “Sanat, artık bir şeye karşı ya da bir şey uğruna verilen savaştır.”
Neruda: “Biz şairler, nefretten nefret ederiz. Savaşa karşı savaşırız.”
Şolohov: “Barışın düşmanları aklın sesine kulak vermiyor.”
Paul Eluard: “Barış, insanlığın asıl yasasıdır.”
Victor Hugo: “Barış, her şeyi hazmeden mutluluktur.”
Brecht: “Bir gün gelecek, ‘Silahları bırakın’ diyecek insanlık.”
Aytmatov: “Korkuyla değil, cesaretle savaşın karşısında durmalıyız.”
Tolstoy: “İnsan, inanmadığı bir şey uğruna acı çekeceğine; inandığı bir dava uğruna ölse daha iyidir.”

2. Göçler ve Doğal Afetler

Göçler ve doğal afetler, insanlık tarihinin en ağır sınavlarındandır. Toplumları sarsar, kültürleri değiştirir, yeni kimlikler yaratır. Edebiyat ise bu dönüşümlerin tanığıdır.

Göç, yalnızca yer değiştirme değildir; insanın belleğini, acısını, umudunu ve geleceğini sırtına yükleyip yeni bir yaşama doğru yürüyüşüdür. Anadolu’nun göç tarihi; Rumeli’den, Kafkasya’dan, Balkanlar’dan gelenler; Almanya’ya işçi olarak gidenler; köyden kente göç edenler; savaşlardan kaçıp sığınanlarla doludur. Her biri bir hikâye, bir roman, bir edebiyattır.

Nazım Hikmet’ten Yaşar Kemal’e; Orhan Kemal’den Sevgi Soysal ve Füruzan’a kadar pek çok yazar bu göçlerin izlerini anlatmıştır.

Doğal afetler de insanlığı sınar: Depremler, seller, yangınlar, kuraklıklar… Bunlar yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal yıkımlardır. İnsanların hafızasında açtığı yaralar; romanlara, şiirlere, ağıtlara taşınır.

Edebiyat, tüm bu felaketlerin ardından bir tanıklık bırakır. Çünkü unutursak yeniden yaşarız; hatırlarsak yüzleşiriz; yüzleşirsek yeniden ayağa kalkarız.

Bilimle, sanatla ve edebiyatla uğraşan her kurum gibi derneğimizin de bu konuları gündemde tutması gerekir. Çünkü yaraları yalnızca tıp değil; kültür, sanat ve söz de iyileştirir. Kısacası edebiyat da iyileştirir.

Unutmayalım:
Savaşlar, göçler ve afetler dünyayı karartır; fakat insanı ayakta tutan yine insanın yarattığı kültürdür, edebiyattır.

Değerli yoldaşlar,
Bugün burada konuştuğumuz her konu yalnızca teorik bir tartışma değildir. Bilimin, sanatın ve edebiyatın taşıdığı sorumluluk; geçmişin tanıklığı ile geleceğin inşası arasında köprüdür. Bu nedenle derneğimizin adının ağırlığı büyüktür. “Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği” adını taşımak; bu üç alanın her birine emek vermeyi, alan açmayı, üretmeyi ve topluma ışık tutmayı zorunlu kılar.

Bilim insanlığın aklıdır.
Sanat insanlığın vicdanıdır.
Edebiyat ise insanlığın hafızasıdır.

Bir kurum yalnızca hafızayı görmezden gelerek yaşayamaz.
Yalnızca vicdanı ihmal ederek yol alamaz.
Yalnızca aklı kenara iterek ilerleyemez.

Bu nedenle derneğimiz artık bir tercihle değil, bir zorunlulukla karşı karşıyadır:
Bilimi, sanatı ve edebiyatı yeniden hak ettikleri yere koymak zorundayız.

Bizler şiiri seviyoruz; şiir bu toprakların en güçlü damarlarından biridir. Ancak yalnızca şiire yaslanarak yol alınamaz.
Roman olmadan toplumun aynası eksik kalır.
Öykü olmadan yaşamın ayrıntıları kaybolur.
Tiyatro olmadan sahnedeki yüzleşme gerçekleşmez.
Bilim olmadan geleceği kuramayız.
Sanat olmadan insan kalamayız.

Görevimiz; bu alanların her birine kapı açmak, çalışmalar yapmak, etkinlikler düzenlemek, gençleri teşvik etmek ve derneğimizi bir kültür merkezi, bir düşünce evi, bir üretim alanına dönüştürmektir.

Unutmayalım:
Bilim karanlığa karşı bilgidir.
Sanat kötülüğe karşı vicdandır.
Edebiyat zulme karşı hafızadır.

Bugün dünya savaşlarla, göçlerle, afetlerle sarsılırken; toplumlar yoksulluk, baskı ve adaletsizlikle mücadele ederken; insanlık geleceğini sorgularken bir derneğin bile söyleyecek sözü vardır. Bizim sözümüz kalemimiz, sesimiz ve vicdanımız olmalıdır.

Çünkü hiçbir bomba, hiçbir tank, hiçbir baskı;
bir şiirin direncini,
bir romanın kalıcılığını,
bir sanat eserinin yankısını yok edemez
.

Biz edebiyatla insan kalırız.
Sanatla yumuşarız.
Bilimle ilerleriz.

Değerli dostlar,
Bundan sonra derneğimizin adının taşıdığı sorumlulukları yerine getirmesi için birlikte çalışmalıyız. Bilimsel söyleşilerden tiyatro okumalarına, roman analizlerinden öykü atölyelerine kadar geniş bir kültür alanını yeniden canlandırabiliriz. Gençlere kapılar açabilir; yeni eserlerin doğmasına zemin yaratabilir; toplumun sesine kulak veren bir merkez olabiliriz.

Bu çaba yalnızca kültürel bir faaliyet değildir.
Bu çaba, aynı zamanda barışın, dayanışmanın ve insanlığın sürmesi için bir görevdir.

Sözlerimi büyük şair Nazım’ın dizeleriyle bitirmek istiyorum:
“Bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine
yaşamak için…”

İşte bu nedenle bilimi, sanatı ve edebiyatı bir araya getiren derneğimiz; bir ağacın gövdesi kadar güçlü, bir ormanın nefesi kadar çoğul olmalıdır.

Hepinizi sevgiyle ve saygıyla selamlıyorum.

 

 

6 Kasım 2025 Perşembe

 KOMÜNİSTLER NEW YORK’A

Zamanında her eylemde, her cami çıkışında faşistler ve din simsarları “Komünistler Moskova’ya!”, “Komünistlere ölüm!” diye bağırırlardı. Şimdi ise Amerika’nın en büyük kentlerinden New York’u, Zohran Mamdani gibi komünist kimliğiyle bilinen bir aday kazandı. Peki, bu kez de “Komünistler New York’a!” diye bağıracaklar mı? Yeni Şafak gazetesi “New York’u komünist belediye başkanı kazandı” diye manşet atacak mı? Hadi, ilk Müslüman ve komünist belediye başkanını tebrik edin de görelim. Edemezsiniz; çünkü bir tarafta Trump’ın, diğer tarafta Erdoğan’ın gölgesi ve korkusu var.

O, sizin gibi değil; inancını siyasete alet etmeyen, gerçekten samimi bir Müslümandı. Özellikle Filistin’e verdiği açık destek ve İsrail hükümetine yönelttiği sert eleştirilerle tanınıyordu. 2024 yılında yaptığı bir açıklamada İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını “soykırım” olarak nitelendirmiş, “Filistin, eşit haklara sahip bir devlet olarak var olmalı” demişti. Oysa sizin desteklediğiniz iktidar, İsrail’le ticareti hız kesmeden sürdürüyor.

Ön seçimlerde yüzde 43,5 oy alan Mamdani, rakiplerini geride bırakarak Demokrat Parti’nin resmi adayı oldu ve 4 Kasım’daki genel seçimde zaferini ilan etti. ABD’li sol siyasetçiler Bernie Sanders ve Alexandria Ocasio-Cortez’in yanı sıra özellikle gençler tarafından güçlü biçimde desteklendi.

Seçim kampanyasında “New York satılık değil” sloganını kullanan Mamdani; kira artışlarının dondurulması, 2027’ye kadar ücretsiz otobüs ulaşımı, ücretsiz çocuk bakımı ve yüksek gelir gruplarına ek vergi gibi vaatleriyle öne çıktı. Barınma, enerji ve ulaşım alanındaki politikalarıyla dikkat çekti.

Bu yılın başlarında Suriyeli Amerikalı sanatçı Rama Duwaji ile evlenen Zohran Mamdani, Ocak 2026’da göreve başlayacak.

Mamdani’nin seçilmesi, yalnızca New York’un yerel siyaseti açısından değil, Amerika’daki politik dengeler açısından da önemli bir kırılmayı temsil ediyor. Yıllardır “komünizm” korkusuyla kitleleri manipüle eden çevreler için bu sonuç büyük bir çelişki oluşturdu. Çünkü bir zamanlar “Moskova’ya!” diyerek düşmanlaştırdıkları fikirler, bugün dünyanın en büyük metropollerinden birinin yönetimine yön veriyor.

Üstelik Mamdani’nin zaferi, sadece ideolojik bir başarının ötesinde, toplumun geniş kesimlerinin yoksulluk, barınma krizi ve yüksek yaşam maliyetleri karşısında yeni bir yol arayışının ifadesi. İnsanlar artık ne sağcı popülizmin boş vaatlerini ne de merkez politikaların köhnemiş çözümlerini görmek istiyor. New York gibi kozmopolit bir kentte yükselen bu yeni sol dalga, dünyanın başka metropollerine de ilham verecek gibi duruyor.

Türkiye’de yıllarca “komünizm” üzerinden siyaset üretenlerin ise bu gelişme karşısında sessiz kaldığı görülüyor. Çünkü Mamdani örneği, onların yıllardır kurduğu korku duvarını yerle bir ediyor. Bir Müslümanın komünist, bir komünistin de halkın geniş kesimleri tarafından desteklenebilir olması, onların ezberlerini bozuyor.

Diğer yandan Mamdani, seçim sonrasında yaptığı ilk açıklamada “Bu zafer benim değil, New York halkının zaferidir” diyerek sınıfsal temelli bir siyaset izleyeceğinin altını çizdi. “Zenginlerin çıkarlarını koruyan bir şehir olmayacağız. Kente emeğiyle değer katan herkesin yanında olacağız” sözleri, özellikle gençler ve düşük gelirli kesimler tarafından büyük bir heyecanla karşılandı.

Bütün bu gelişmeler gösteriyor ki dünya değişiyor. Eskiden sloganlarla öcüleştirilen fikirler, bugün milyonlarca insanın oyuyla somut politik projelere dönüşüyor. Komünizmle korkutmaya çalışanların ise artık elinde yalnızca kendi yarattıkları karikatürler kaldı.

Mamdani Ocak 2026’da görevine başladığında, New York’un nasıl bir dönüşüm yaşayacağını hep birlikte göreceğiz. Ancak bir gerçek şimdiden ortaya çıktı: Dünyanın en zengin ve en karmaşık şehirlerinden biri, umudu solda, eşitlikte ve halkçı politikalarda