21 Kasım 2025 Cuma

 

BİR GÜNLÜĞÜNE CUMHURBAŞKANI OLSAM

CHP nin programının dinleyince “Bir günlüğüne Cumhurbaşkanı olsam nasıl bir program uygularım.” Sorusu aklıma geldi. Bir güne kaç kararname sığar bilmiyorum; yine de önceliklerimi sıralamak isterim.
Öncelikle çocuk işçiliğine kesin olarak son verirdim. Çocukların neden çalışmak zorunda kaldıklarını araştırır, onları bu mecburiyete iten tüm sebepleri ortadan kaldırır ve hepsini okula gönderirdim.

İkinci olarak, özel eğitim ve özel sağlık sistemini yeniden düzenlerdim. Tüm özel okulları ve özel hastaneleri kamulaştırır, eğitim ile sağlık hizmetlerini tamamen ücretsiz hale getirirdim.

Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları gereği hukuka aykırı biçimde tutulan herkesi serbest bırakırdım.
Kamu yönetiminde kayyum uygulamasına son verir, seçimle gelen tüm yöneticileri görevlerine iade ederdim.

Adil bir vergi reformu uygular azdan az çoktan çok vergi alırdım.

Kamuda tasarruf tedbirlerini sıkı şekilde uygulayıp lüks yabancı araçları kaldırırdım. Fazla araçları satar, her kurumun yalnızca ihtiyacı kadar araç kullanmasını sağlardım. Atamaları ise yalnızca liyakat esasına göre yapardım.

Cumhurbaşkanının bu kadar araç,  bu kadar  korumaya gerek olmadığını düşünüyor  önceki cumhurbaşkanlarının kullandığı kadar araç ve koruma kadar eleman alırdım.

 Cumhurbaşkanının 13 uçağı olduğu söyleniyor; bunların en az onunu satar, yerine deprem ve yangın gibi afetlerde kullanılacak araçlar ve ekipmanlar aldırırdım.

Özellikle İstanbul için kapsamlı bir deprem hazırlık programı başlatırdım. Riskli yapıların hızla yıkılmasını, güvenli konutların yapılmasını ve yeni tedbirlerin derhâl uygulanmasını sağlardım. Çünkü depremin ne zaman olacağı belli olmaz.

Muhtemelen bir günde ancak bu kadar kararname çıkarabilirdim.

Bir günlük görev süremde, yalnızca acil sorunları çözmekle yetinmez; geleceğe dönük kalıcı adımların da temelini atardım.

Örneğin, tarım ve hayvancılığı yeniden ayağa kaldırmak için kapsamlı bir destek programı başlatırdım. Çiftçilerin borçlarını yapılandırır, üretim maliyetlerini düşürür, köyden kente göçü tersine çevirecek projeleri devreye sokardım. Üreten insanların yüzünü güldürmeden bir ülkenin büyümesi mümkün değildir.

Basın özgürlüğünü güvence altına alır, gazetecilerin korkmadan yazabildiği, televizyonların özgürce yayın yapabildiği bir ortam oluştururdum. Eleştirinin olmadığı bir yönetim, kendi karanlığında kaybolmaya mahkûmdur.

Kadınların ve gençlerin toplumsal hayatta eşit ve güçlü bir konuma gelmesini sağlayacak yasaları çıkarır, şiddetle mücadele konusunda sıfır tolerans politikasını hayata geçirirdim. Bir toplum ancak en çok ezilenlerini koruyabildiği ölçüde ileridir.

Bilim ve sanatın gelişmesi için yeni bir seferberlik başlatırdım. Üniversiteleri özgürleştirir, bilim insanlarının araştırma yapabileceği alanları genişletir, tiyatroları, sinemayı, edebiyatı destekleyen fonları artırırdım. Çünkü bilim ve sanat olmadan hiçbir ülke geleceğe güvenle yürüyemez.

Ve bütün bunlardan sonra, bir günün sonunda…
Belki de en önemli kararnameyi o zaman yayımlardım: Her yurttaşın kendini eşit, özgür ve güvende hissettiği bir ülke inşa etme hedefinin, devletin değişmez ilkesi olduğuna dair bir kararname.

Bir günlüğüne cumhurbaşkanı olmak, elbette bütün sorunları çözmeye yetmezdi. Ama doğru istikameti gösteren bir başlangıç olurdu.

Bir günün sınırlı zamanı içinde, ülkenin geleceğine ışık tutacak adımlar atmak için çalışmayı sürdürürdüm.
Sıradaki işim, ekonomiyi toplumun geniş kesimlerinin lehine dönüştürmek olurdu.

Öncelikle, dar gelirlilerin üzerindeki vergi yükünü hafifletir, büyük sermaye gruplarına verilen haksız teşvikleri gözden geçirirdim. Üretimi teşvik eden, istihdam yaratan ve emeği koruyan bir ekonomi politikasını yürürlüğe koyardım. Çünkü zengin daha zengin olurken yoksulun daha çok yoksullaştığı bir düzen sürdürülemez.

Ardından, çevre ve doğa için kapsamlı bir koruma programı başlatırdım.
Maden izinleri, orman talanları, derelerin ve göllerin kirletilmesi gibi uygulamaları derhal durdurur; doğayı insanın değil, insanı doğanın bir parçası olarak gören bir anlayışı yerleştirirdim.
Her şehirde yeşil alanları artırır, çocukların beton arasında değil, doğayla iç içe büyüyebileceği bir çevre oluştururdum.

Ulaşım ve kentleşme alanında da önemli kararlar alırdım. Toplu ulaşımı geliştirmek için büyük yatırımlar yapar, trafik sorununu azaltan çevreci projeleri hayata geçirirdim.
Plansız yapılaşmayı engelleyip şehirleri nefes alır hâle getirecek bir imar düzeni getirirdim.

Günün sonlarına yaklaşırken, demokrasi ve hukuk devleti konusunda belki de en hayati adımı atardım:
Yargı bağımsızlığını güvence altına alan bir reform paketini yürürlüğe sokar, mahkemelerin siyasi baskılardan tamamen arındırılmasını sağlardım. Çünkü adaletin olmadığı bir ülkede hiçbir reformun kalıcılığı olmaz.

Ve bütün bunları yaptıktan sonra, görevimin son saatlerinde bir kez daha ülkeye bakar, alınan kararların toplumda nasıl karşılık bulacağını düşünürdüm. Bir günün süresi elbette yetersizdi; ama doğru yönde atılmış bir adımın bile ülkeye umut vereceğini bilirdim.

Belki de en büyük kazanç, insanların geleceğe yeniden umutla bakması olurdu.

 

9 Kasım 2025 Pazar

BİLİM SANAT VE EDEBİYAT

 

Değerli yoldaşlar,

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Derneğimizin adı “Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği'dir. Ancak bilimin yüzü hep soğuk görülür. Ülkemizde de bilime sıcak bakıldığı pek söylenemez. Bilim insanlarımız çoğu zaman kendi alanlarında başarı gösterebilmek için ülke dışına çıkmak zorunda kalmışlardır. Örneğin Nobel Ödüllü Aziz Sancar Amerika’da; korona virüs aşısını geliştiren Uğur Şahin ve Özlem Türeci ise Almanya’da çalışmalarını başarıyla yürütmüşlerdir.

Derneğimizin ilk kelimesi “bilim” olmasına rağmen, ülkemizde bilime mesafe olduğu gibi, derneğimiz ve üyeleri de bilime aynı soğuklukla yaklaşmıştır. Tesadüfen bilim üzerine bir sunum görevi bana verilmişti. Yönetimden dört ya da beş kişi; iki müzisyen; eşim, kardeşim, oğlum ve 13 yaşındaki torunum gelmişti. Yani toplamda on kişi bile değildik. Akıcı, coşkulu bir şiir dinlemek dururken Hasan Çerçioğlu’nun Sokrates’in bilim anlayışını ya da Eflatun’un demokrasi düşüncesini kim dinlemeye gelirdi ki? Oysa sıradan bir şiir günü düzenlenseydi salon tıklım tıklım dolardı.

Bu yüzden derneğimiz ağırlığı şiire vermiştir. Üç kişiden beşinin kendini şair ilan ettiği bir ülkede elbette bilim değil şiir öne çıkar. Etkinliklerin yüzde doksanının şairlere ve şiire ayrılmasının nedeni de budur. Bilime, romana, öyküye, tiyatroya neredeyse hiç yer verilmemiştir.

Oysa edebiyat denildiğinde akla önce roman, sonra öykü ve tiyatro gelir. Buna rağmen derneğimiz roman, öykü ve tiyatroya uzak durmuş; bu alanlara neredeyse hiç yer vermemiştir. Dünya edebiyatına baktığımızda Cervantes’in Don Kişot’u, Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’su; Gorki, Gogol, Tolstoy, Çehov, Dickens, Austen, Conrad, Wilde, Balzac, Victor Hugo, Flaubert, Stendhal, Maupassant, Zola… Bunlar edebiyat değilse nedir? Biz bunları niçin okuyoruz?

Türk edebiyatında da Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı, Oğuz Atay’ın Tutunamayanları, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde’si, Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı, Yakup Kadri’nin Yaban’ı, Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnusu edebiyattan başka nedir?

Hikâyeciliğimiz de güçlüdür. Dede Korkut Hikâyelerinden başlayıp Sami Paşazade Sezai’den Sait Faik’e, Sabahattin Ali’den Kemal Tahir’e, Orhan Kemal’e, Rıfat Ilgaz’a, Aziz Nesin’e, Tarık Buğra’ya, Oğuz Atay’a, Adalet Ağaoğlu’na, Füruzan’a uzanan bir zincirimiz var. Bunlar edebiyat değilse nedir?

Edebiyatın temel taşlarından biri de tiyatrodur. Derneğimiz romanda ve öyküde olduğu gibi tiyatroda da eksik kalmıştır. Oysa Lüküs Hayat, Cibali Karakolu, Kanlı Nigar, Yedi Kocalı Hürmüz, Paydos, Keşanlı Ali Destanı, Şair Evlenmesi, Toros Canavarı, Köşe Başı, İstanbul Efendisi, Fehim Paşa Konağı gibi eserler tiyatromuzun köşe taşlarıdır.

Derneğin adı “Şairler Derneği” ya da “Ozanlar Derneği” olsaydı kimse bir şey demezdi. Ancak Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği denilince ismini aldığı alanlara eşit yaklaşmak gerekir.

Edebiyatın temel konularından olan savaşlar, barış, göçler ve doğal afetler gibi meselelere de yeterince değinilmemiştir.

1. Savaşlar ve Barış

Güneyimizde ve kuzeyimizde bazı ülkelerde iç savaş, bazılarında ise emperyalist savaşlar yaşanıyor. Bu savaşlar zaman zaman ülkemizi de tehdit edecek kadar yaklaştı. Savaşlar toplumları olduğu kadar edebiyatı da derinden etkiler. Bizde Kurtuluş Savaşı’nın, dünyada Tolstoy’un Savaş ve Barışının etkisi ortadadır.

Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği olarak bu konuda da yeterince duyarlılık gösterilememiştir.

Tarih boyunca “Tanrı adına” hareket ettiğini iddia eden güçlerin dünyayı kana buladığına şahit olduk. Nazilerden Hiroşima ve Nagazaki’ye, bugün Gazze, Filistin ve Ukrayna’da yaşananlara kadar aynı dehşet sürüyor.

Peki insanlık savaşa karşı ne yapmalı? Edebiyatın görevi nedir?

Latin Amerika halkları gibi hissetmeli; Afrikalı gibi düşünmeli; Afgan, Iraklı, Suriyeli, Gazeli gibi savaşı yaşamalı. Kısacası insan olmalı. Kapitalizmin ve emperyalizmin yıkıcılığına karşı durmak artık kutsal bir görevdir ve bu görev kültürün, sanatın, edebiyatın da görevidir.

ABD uçaklarıyla, gemileriyle, bombalarıyla gelebilir; ama biz de edebiyatımızla, sanatımızla, vicdanımızla karşılarında dimdik durmalıyız. Çünkü savaş yıkarsa sanat inşa eder; savaş öldürürse edebiyat yaşatır; savaş susturursa şiir konuşturur.

Bacon der ki: “Sanat, dünyaya eklenen insandır.”
Camus ekler: “Sanat zorbalığa karşıdır.”
Schiller: “Ey insan, sanat yalnız senindir.”
Gorki: “Sanat artık bir şeye karşı ya da bir şey uğruna verilen savaştır.”
Neruda: “Biz şairler, nefretten nefret ederiz. Savaşa karşı savaşırız.”
Şolohov: “Barışın düşmanları aklın sesine kulak vermiyor.”
Paul Eluard: “Barış, insanlığın asıl yasasıdır.”
Victor Hugo: “Barış, her şeyi hazmeden mutluluktur.”
Brecht: “Bir gün gelecek, ‘Silahları bırakın’ diyecek insanlık.”
Aytmatov: “Korkuyla değil, cesaretle savaşın karşısında durmalıyız.”
Tolstoy: “İnsan, inanmadığı bir şey uğruna acı çekeceğine; inandığı bir dava uğruna ölse daha iyidir.”

 

2. Göçler ve Doğal Afetler

Göçler ve doğal afetler insanlık tarihinin en ağır sınavlarındandır. Toplumları sarsar, kültürleri değiştirir, yeni kimlikler yaratır. Edebiyat ise bu dönüşümlerin tanığıdır.

Göç yalnızca yer değiştirme değildir; insanın belleğini, acısını, umudunu ve geleceğini sırtına yükleyip yeni bir hayata yürüyüşüdür. Anadolu’nun göç tarihi; Rumeli’den, Kafkasya’dan, Balkanlar’dan gelenler; Almanya’ya işçi olarak gidenler; köyden kente göç edenler; savaşlardan kaçıp sığınanlarla doludur. Her biri bir hikâye, bir roman, bir edebiyattır.

Nazım Hikmet’ten Yaşar Kemal’e, Orhan Kemal’den Sevgi Soysal ve Füruzan’a kadar pek çok yazar bu göçlerin izlerini anlatmıştır.

Doğal afetler de insanlığı sınar: Depremler, seller, yangınlar, kuraklıklar… Bunlar fiziksel olduğu kadar ruhsal yıkımlardır. İnsanların hafızasında açtığı yaralar edebiyatın sayfalarına, şiirlere, romanlara, ağıtlara taşınır.

Edebiyat tüm bu felaketlerin ardından bir tanıklık bırakır. Çünkü unutursak yeniden yaşarız; hatırlarsak yüzleşiriz; yüzleşirsek yeniden ayağa kalkarız.

Bilimle, sanatla ve edebiyatla uğraşan her kurum gibi derneğimizin de bu konuları gündemde tutması gerekir. Çünkü yaraları yalnızca tıp değil; kültür, sanat ve söz de iyileştirir. Kısacası edebiyat da iyileştirir.

Unutmayalım:
Savaşlar, göçler ve afetler dünyayı karartır; fakat insanı ayakta tutan yine insanın yarattığı kültürdür.

Değerli yoldaşlar,

Bugün burada konuştuğumuz her konu, yalnızca birer teorik tartışma değildir. Bilimin, sanatın ve edebiyatın taşıdığı sorumluluk; geçmişin tanıklığıyla geleceğin inşası arasındaki köprüdür. Bu nedenle derneğimizin adının ağırlığı büyüktür. “Bilim, Sanat ve Edebiyat Derneği” adını taşımak; bu üç alanın her birine emek vermeyi, alan açmayı, üretmeyi ve topluma ışık tutmayı zorunlu kılar.

Bilim, insanlığın aklıdır.
Sanat, insanlığın vicdanıdır.
Edebiyat ise insanlığın hafızasıdır.

Bir kurum yalnızca hafızayı görmezden gelerek yaşayamaz.
Yalnızca vicdanı ihmal ederek yol alamaz.
Yalnızca aklı kenara iterek ilerleyemez.

Bu nedenle derneğimizin artık bir tercihle değil, bir zorunlulukla karşı karşıya olduğunu düşünüyorum:
Bilimi, sanatı ve edebiyatı yeniden hak ettikleri yere koymak zorundayız.

Bizler şiiri seviyoruz, şiir bu toprakların en güçlü damarlarından biridir. Fakat yalnızca şiire yaslanarak yol alınamaz. Roman olmadan toplumun aynası eksik kalır. Öykü olmadan yaşamın ayrıntıları kaybolur. Tiyatro olmadan sahnedeki yüzleşme gerçekleşmez. Bilim olmadan geleceği kuramayız. Sanat olmadan insan kalamayız.

Görevimiz, bu alanların her birine kapı açmak; çalışmalar yapmak; etkinlikler düzenlemek; gençleri teşvik etmek; derneğimizi bir kültür merkezi, bir düşünce evi, bir üretim alanına dönüştürmektir.

Unutmamalıyız ki:

Bilim karanlığa karşı bilgidir.
Sanat kötülüğe karşı vicdandır.
Edebiyat zulme karşı hafızadır.

Bugün dünyamız savaşlarla, göçlerle, afetlerle sarsılırken; toplumlar yoksulluk, baskı ve adaletsizlikle mücadele ederken; insanlık geleceğini sorgularken bir derneğin bile söyleyeceği söz vardır. Bizim sözümüz, kalemimiz, sesimiz ve vicdanımız olmalıdır.

Çünkü hiçbir bomba,
hiçbir tank,
hiçbir baskı
bir şiirin direncini, bir romanın kalıcılığını, bir sanat eserinin yankısını yok edemez.

Biz edebiyatla insan kalırız.
Sanatla yumuşarız.
Bilimle ilerleriz.

Değerli dostlar,

Bundan sonra derneğimizin, isminin taşıdığı sorumlulukları yerine getirmesi için birlikte çalışmalıyız. Bilimsel söyleşilerden tiyatro okumalarına, roman analizlerinden öykü atölyelerine kadar geniş bir kültür alanını yeniden canlandırabiliriz. Gençlere kapılar açabilir, yeni eserlerin yazılmasına zemin yaratabilir, toplumun sesine kulak veren bir merkez olabiliriz.

Bu çaba yalnızca bir kültürel faaliyet değildir.
Bu çaba, aynı zamanda barışın, dayanışmanın ve insanlığın sürmesi için bir görevdir.

Sözlerimi büyük şair Nazım’ın bir dizesiyle bitirmek istiyorum:

“Bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçe sine
yaşamak için…”

İşte bu nedenle, bilimi, sanatı ve edebiyatı bir araya getiren bu dernek; bir ağacın gövdesi kadar güçlü, bir ormanın nefesi kadar çoğul olmalıdır.

Hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.

 

 

6 Kasım 2025 Perşembe

 KOMÜNİSTLER NEW YORK’A

Zamanında her eylemde, her cami çıkışında faşistler ve din simsarları “Komünistler Moskova’ya!”, “Komünistlere ölüm!” diye bağırırlardı. Şimdi ise Amerika’nın en büyük kentlerinden New York’u, Zohran Mamdani gibi komünist kimliğiyle bilinen bir aday kazandı. Peki, bu kez de “Komünistler New York’a!” diye bağıracaklar mı? Yeni Şafak gazetesi “New York’u komünist belediye başkanı kazandı” diye manşet atacak mı? Hadi, ilk Müslüman ve komünist belediye başkanını tebrik edin de görelim. Edemezsiniz; çünkü bir tarafta Trump’ın, diğer tarafta Erdoğan’ın gölgesi ve korkusu var.

O, sizin gibi değil; inancını siyasete alet etmeyen, gerçekten samimi bir Müslümandı. Özellikle Filistin’e verdiği açık destek ve İsrail hükümetine yönelttiği sert eleştirilerle tanınıyordu. 2024 yılında yaptığı bir açıklamada İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını “soykırım” olarak nitelendirmiş, “Filistin, eşit haklara sahip bir devlet olarak var olmalı” demişti. Oysa sizin desteklediğiniz iktidar, İsrail’le ticareti hız kesmeden sürdürüyor.

Ön seçimlerde yüzde 43,5 oy alan Mamdani, rakiplerini geride bırakarak Demokrat Parti’nin resmi adayı oldu ve 4 Kasım’daki genel seçimde zaferini ilan etti. ABD’li sol siyasetçiler Bernie Sanders ve Alexandria Ocasio-Cortez’in yanı sıra özellikle gençler tarafından güçlü biçimde desteklendi.

Seçim kampanyasında “New York satılık değil” sloganını kullanan Mamdani; kira artışlarının dondurulması, 2027’ye kadar ücretsiz otobüs ulaşımı, ücretsiz çocuk bakımı ve yüksek gelir gruplarına ek vergi gibi vaatleriyle öne çıktı. Barınma, enerji ve ulaşım alanındaki politikalarıyla dikkat çekti.

Bu yılın başlarında Suriyeli Amerikalı sanatçı Rama Duwaji ile evlenen Zohran Mamdani, Ocak 2026’da göreve başlayacak.

Mamdani’nin seçilmesi, yalnızca New York’un yerel siyaseti açısından değil, Amerika’daki politik dengeler açısından da önemli bir kırılmayı temsil ediyor. Yıllardır “komünizm” korkusuyla kitleleri manipüle eden çevreler için bu sonuç büyük bir çelişki oluşturdu. Çünkü bir zamanlar “Moskova’ya!” diyerek düşmanlaştırdıkları fikirler, bugün dünyanın en büyük metropollerinden birinin yönetimine yön veriyor.

Üstelik Mamdani’nin zaferi, sadece ideolojik bir başarının ötesinde, toplumun geniş kesimlerinin yoksulluk, barınma krizi ve yüksek yaşam maliyetleri karşısında yeni bir yol arayışının ifadesi. İnsanlar artık ne sağcı popülizmin boş vaatlerini ne de merkez politikaların köhnemiş çözümlerini görmek istiyor. New York gibi kozmopolit bir kentte yükselen bu yeni sol dalga, dünyanın başka metropollerine de ilham verecek gibi duruyor.

Türkiye’de yıllarca “komünizm” üzerinden siyaset üretenlerin ise bu gelişme karşısında sessiz kaldığı görülüyor. Çünkü Mamdani örneği, onların yıllardır kurduğu korku duvarını yerle bir ediyor. Bir Müslümanın komünist, bir komünistin de halkın geniş kesimleri tarafından desteklenebilir olması, onların ezberlerini bozuyor.

Diğer yandan Mamdani, seçim sonrasında yaptığı ilk açıklamada “Bu zafer benim değil, New York halkının zaferidir” diyerek sınıfsal temelli bir siyaset izleyeceğinin altını çizdi. “Zenginlerin çıkarlarını koruyan bir şehir olmayacağız. Kente emeğiyle değer katan herkesin yanında olacağız” sözleri, özellikle gençler ve düşük gelirli kesimler tarafından büyük bir heyecanla karşılandı.

Bütün bu gelişmeler gösteriyor ki dünya değişiyor. Eskiden sloganlarla öcüleştirilen fikirler, bugün milyonlarca insanın oyuyla somut politik projelere dönüşüyor. Komünizmle korkutmaya çalışanların ise artık elinde yalnızca kendi yarattıkları karikatürler kaldı.

Mamdani Ocak 2026’da görevine başladığında, New York’un nasıl bir dönüşüm yaşayacağını hep birlikte göreceğiz. Ancak bir gerçek şimdiden ortaya çıktı: Dünyanın en zengin ve en karmaşık şehirlerinden biri, umudu solda, eşitlikte ve halkçı politikalarda 

29 Ekim 2025 Çarşamba

 

ANAMIN AĞITI

Kurbana ta ma lavo

Darang mahi laku maho

Mın tu cavi xa nada vo

Mın tu kıra bina  axavo

Tu katiye bın axevo

 

Dar cirano varna ravmin

Av çı hatte  ba sarimin

Mın kazaba xa vandakır

Xale dünye ba sarimin

 

Kazaba hatte şavtandın

Dılemin hatte kalandın

Bira çavemın bırıjın  

Lavuk mırın na zavcandın

 

Av çır işe çırga lama

Av çı dardı ba darmane

Daste mın ba başelemin

Çave mın da riya ta bo

28 Ekim 2025 Salı

 

KİN, NEFRET, ÖFKE

Son zamanlarda iktidarın muhaliflere duyduğu kinden dolayı onları cezalandırmaya kalkması, muhaliflerin de buna karşı öfke duyması, fiziksel anlamda bir etki-tepki yasasının toplumsal hayata yansıması gibidir.

Selahattin Demirtaş, “Seni başkan yaptırmayacağız” sözünden sonra, bu söze duyulan kinden ötürü yıllardır içeridedir.
Osman Kavala da Gezi Parkı eylemlerini organize ettiği iddiasıyla hakkında açılan davalarda birkaç kez tahliye edilmesine rağmen, 9 Mart 2020’de aynı dava kapsamında bu kez “siyasal veya askerî casusluk” suçlamasıyla yeniden tutuklanmıştır.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın casusluk soruşturmasında Ekrem İmamoğlu, Necati Özkan ve Merdan Yanardağ hakkında da benzer iddialarla işlem başlatılmıştır.
Görünen o ki, ülkede ne kadar çok “casus” varmış da bizim haberimiz yokmuş!

İşte tüm bunlar, kin, nefret ve bitmek bilmeyen bir öfkenin ürünüdür.
Oysa bizim adımız “miskin”, düşmanımız ise kindir.

KİN NEDİR?
Genellikle bireylerin bir başkasına karşı hissettikleri uzun süreli öfke, düşmanlık ve intikam arayışıdır. Yani birine karşı duyulan öç alma isteği, garazdır.
En bağnazı, “deve kini”dir.
“Kin bağlamak”, “kin beslemek”, “kin tutmak”, “kin gütmek” gibi deyimler dilimizde sıkça kullanılır.
İktidarın kin tutması da bundan farklı değildir.

Bir de nefret sözcüğü vardır:
Hoşnutsuzluğumuza neden olan bir şeyden tutkulu bir biçimde tiksinmektir.
Sevginin karşıtı olan nefret, yalnızca bir kişiye değil, bir topluma da zarar verir.
Bugün iktidarın topluma verdiği zarar, bitmez tükenmez bir nefretle dile getirilmektedir.

PEKİ ÖFKE NEREDEN KAYNAKLANIR?
Ünlü Çinli düşünür Konfüçyüs, “Öfkeli bir adamın içi zehir doludur,” der.
İskoç yazar ve tarihçi Thomas Carlyle’a göre ise, “Öfkenin başlangıcı çılgınlıktır.”

İnsanı güçlü kılan, kin beslemek ya da öfke ve nefrete bel bağlamak değildir.
Aksine, Peygamberimizin şu sözü bunun en güzel ifadesidir:
“Asıl güçlü insan, öfkelendiği zaman kendisine hâkim olabilen insandır.”

Ne var ki günümüzde bir anlık öfke sonucu kin ve nefretini açığa çıkaran, karşısındaki insanın varlığına tahammül edemeyip elini kana bulayan insanların varlığı, insanlık adına endişe verici bir durumdur.

14 Ekim 2025 Salı

 

 Mahkemeler, Hâkimler ve Kararlar

Hepimiz biliyoruz ki, “Tanrı insanları eşit yaratmıştır,” derler.
Ne güzel bir söz… Ama ne yazık ki doğru değildir.

Gerçekte durum böyle değildir. Bazı insanlar diğerlerine göre daha zekidir; bazıları doğuştan daha fazla imkâna sahiptir. Kimimiz daha zekiyiz, kimimiz değil. Kimi insanlar doğuştan daha fazla imkâna sahip, kimilerinin payına da yoksulluk düşmüş. Kimi kadınlar örgüyü, dikişi, yemeği daha iyi yapar; kimileri eline iğne alsa şaşırır. Kiminin sesi pürüzsüz, türküleri dinleyeni ağlatır; kimisi bir ezgiyi mırıldanmaktan bile acizdir. Kimileri doğuştan yetenekli ressamdır, kimileri düz bir çizgiyi bile eğri çizer.

Evet, hayat adil değildir. Ama bu ülkede insanlar yalnızca bir durumda eşit hale gelirler: Mahkeme salonunda,  Hukukun önünde.
Bir zenginle bir yoksulu, bir budalayla bir bilgeyi, Einstein’la bir cahili, bir kolej müdürüyle bir çobanı eşit gören tek kurum mahkemelerdir — tabii görevini hakkıyla yaparsa. Mahkemeler, insanlar arasında en üst düzeyde eşitliğin gözetildiği kurumlardır. Biz öyle biliriz, öyle inanırız.  Hukukun önünde herkesin eşit olduğu söylenir; biz de buna inanmak isteriz. Çünkü mahkemeler, insanın adaletle buluştuğu son duraktır.

Ama işte o “son durak” her zaman o kadar güvenli değildir.
Mahkemelerin mutlak dürüstlüğünden, hâkimlerin kusursuz kararlarından söz edemem. Bunu yaşayarak gördüm. Çünkü bir hâkimin vicdanı ne kadar berraksa, mahkemenin kararı da ancak o kadar doğrudur.

Bir ülkede hâkim güvenilirse, mahkeme de güvenilir.
Ama hâkim tarafsızlığını yitirirse, mahkeme artık adaletin değil, iktidarın kürsüsüne dönüşür.

Ve o zaman Tanrı’nın bile eşit yaratamadığı insanları, adalet de eşitleyemez

10 Ekim 2025 Cuma

 Eli Kanlı Bir İktidar

Hasan Çerçioğlu
Bu ülkenin yakın tarihine bakınca, kanın renginin hiç solmadığını görürsünüz.
28 Aralık 2011 Roboski Katliamı, 28 Mayıs 2013 Gezi Parkı Direnişi, 20 Temmuz 2015 Suruç Katliamı, 10 Ekim 2015 Ankara Gar Katliamı, 1 Ocak 2017 Reina Katliamı...
Hepsi bu iktidar döneminde yaşandı.
Ne kadar çok kan dökülmüş, ne kadar çok can yarım kalmış…
Onun için diyorum ki: Bu iktidar, eli kanlı bir iktidardır.
Bugün 10 Ekim Katliamının yıl dönümü.
Gidenler dönmediler.
Derler ya:
“Yemen’e gitti dönmedi,
Sarıkamış’a gitti dönmedi,
Çanakkale’ye gitti dönmedi...”
Onlar savaşlara gitmiş, cephelerde can vermişlerdi.
Ama bir de “barış için gidip dönmeyenler” var bu ülkede.
Sadece bizim yöreden bile...
Dumuklu Köyü’nden Seyhan Yaylagül,
Bayramuşağı Köyü’nden Özge Aslan,
Ören Köyü’nden Korkmaz Tetik,
Dedefengi Köyü’nden Metin Peşman...
Hepsi barış umuduyla Ankara’ya gelmişti.
Ama geri dönmeden, o kara güne kurban gittiler.
Ben de o gün, o meydandaydım.
Gar Meydanı barış türküleriyle, halaylarla, coşkuyla çınlıyordu.
Bir rüzgâr esiyordu Ankara’da — barışın rüzgârı.
Yıllardır esmesi beklenen, hasreti çekilen bir rüzgârdı bu.
Meydandaki binlerce insanı aynı umut sarmıştı:
“Belki bu kez barış gelir...”
Ama o rüzgârın esmesinden rahatsız olanlar da vardı.
Korkuyu büyütmek, toplumu sindirmek isteyenler bir fitili ateşlediler.
Ve o fitil, Ankara Garı’nda yüz üç canı aldı.
Kara sakallı bir IŞİD militanı patlattı bombayı.
Bir anda meydan kana, ağıtlara, çığlıklara boğuldu.
Türküler sustu, barış sustu, insanlık sustu.
O gün tarihe “Gar Katliamı” olarak geçti.
Ama asıl karanlık, o günden sonra başladı.
Katillerin önüne görünmez koridorlar açıldı.
Ve ne acıdır ki, kısa süre sonra kara sakal bir “moda” haline geldi.
Sokaklarda, ekranlarda, mecliste, tribünlerde...
Herkes kara sakallı olmuştu.
Artık kim kimdi, belli değildi.
Kimin içi aydınlık, kimin karanlık, ayırt etmek zorlaşmıştı.
Bir bakıyorsun devrimci, bir bakıyorsun gerici,
bir bakıyorsun sanatçı, bir bakıyorsun bürokrat...
Hepsi aynı kara sakalın ardına gizlenmiş gibiydi.
Sanki burası laik Türkiye değilmiş de,
şeriatçı Afganistan ya da Suudi Arabistan’dı.
Demek ki IŞİD yalnızca bir katliam değil,
bir “moda” da bırakmıştı ardında:
Kara Sakal Modası.
Ve o modanın gölgesi hâlâ üzerimizde.
Unutmayalım:
Barışı unutan bir toplum, karanlığa alışır.

2 Ekim 2025 Perşembe

 

Sayın Genel Başkanım,

Türkiye İşçi Partisi Nereye Gidiyor?

28 Eylül 2025 günü Çankaya İlçe Örgütü olağanüstü toplantısını gerçekleştirdi. Divan başkanlığına İl Başkanı seçildi, çalışma programı okundu. Ardından üyeler program üzerine konuşmalara geçti. Ben de “Parti nereye gidiyor?” başlıklı bir konuşma yaptım.  Ancak konuşmama sınır getirdikleri için konuşmamın tam metnini

Bir de Siz Dinleyin Sayın Genel Başkan.

Gezi davası tutukluları Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Osman Kavala’nın yanı sıra; CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar ile birlikte 15 CHP’li ilçe belediye başkanı ve başkanvekili hiçbir suçları olmadığı halde politik sebeplerle tutukluyken, bizler buruk ve içimizi acıtan bir duyguyla TİP Çankaya İlçe Kongresi’ni yapıyoruz. Tüm tutukluların acilen serbest bırakılmasını istiyoruz, diyerek söze başladım.

TİP Nereye Gidiyor?

Bir yönetimin başarısı, kadrolarının başarısıyla ölçülür. Ankara’da Türkiye İşçi Partisi Çankaya İlçe Başkanlığı var mı yok mu belli değil. 27 Eylül akşamı saat 19.00’a kadar TİP’in Çankaya’da bir ilçe örgütünün bulunduğundan haberdar değildim. Sadece WhatsApp üzerinden gelen bir mesajla kongrenin yapılacağını öğrendim.

  1. Çağrı ve Usul:
    Dernekler Kanunu’na göre genel kurula katılma hakkı olan üyelerin listesi hazırlanır; üyeler en az 15 gün önceden toplantının günü, saati, yeri ve gündemiyle çağrılır. Çağrı gazetede ilan edilir ya da yazılı/e-posta yoluyla yapılır. Elbette TİP bir dernek değil, bir partidir. Ancak demokratik işleyişin şeffaf olması, üyelerin sürece katılması gerekir. Akşamdan haber verilip sabaha kongre yapılmamalıdır.
  2. Duyuru Eksikliği:
    İlçe yönetimi duyuruyu zamanında yapmamış, gündemi belirlememiş; yalnızca WhatsApp üzerinden son anda haber vermiştir. WhatsApp kullanmayan üyelere hiçbir duyuru yapılmamıştır.
  3. Adres Sorunu:
    Bildirilen adres adeta bir bilmece gibiydi: “Ihlamur Sokak No:10/2.” Burası Elektrik Mühendisleri Odası’ydı, ancak pazar günü olduğu için kapalıydı. Telefonla arayıp sorunca, “Biz terastayız, terasa çıkın,” dediler. Karşılaştığımız bir vatandaş yolu tarif etti:
    “İkinci kata çıkacaksınız, önce koridorun soluna, sonra sağa döneceksiniz. Asansör orada.”
    Dolambaçlı bir yolun ardından terasa çıktık. Terasta 90–100 kişilik küçük bir salon vardı. İlçenin büyük kongresi, o daracık salonda yapılıyordu. Sanki yangından mal kaçırır gibi bir izlenim edindim.
  4. Mahalle Toplantıları:
    Mahalle toplantıları yapıldı mı? Eğer yapıldıysa neden bize haber verilmedi?

Eleştirilerime ilçe başkanı değil, aynı zamanda divan başkanı olan İl Başkanı yanıt verdi:
“Bu bir dernek değil, partidir. Parti delegelerini toplar, kongresini yapar,” diyerek mahalle delegesi meselesini geçiştirdi.

Oysa her partide kuraldır: Önce mahalle toplantıları yapılır, delegeler seçilir, sonra ilçe kongresine gidilir. Gördüğüm kadarıyla mahallelerde hiçbir çalışma yapılmamıştı. Yani, “Tarlada izi olmayanın harmandan gözü olmaz.”

İl yönetimi, ilçe yönetimi ve divan adeta söz birliği etmiş gibiydi. İl Başkanı taraf olduğu hâlde divan başkanı seçildi; bu başlı başına yanlıştı. Divan başkanı tarafsız olmalıydı, ama burada İl Başkanı tarafsızlığını yitirmiş, ilçe başkanı gibi eleştirilere yanıt veriyordu.

  1. Hatay Adayı Olayı:
    Hatırlanacağı üzere Hatay’da belediye başkan adayı olarak kökeni MHP’ye, ardından İYİ Parti’ye dayanan Gökhan Zan gösterilmiş, sonra vazgeçilmişti. Peki, Gökhan Zan hangi bilgi birikimi ve hangi siyasi yetenekle aday gösterildi? TİP’in kökleri Mustafa Suphi ve yoldaşlarına dayanıyor. Bir sosyalist parti bir spor kulübü değildir. Sporculardan bahsedeceksek, Metin Oktay’dan söz edelim; Gökhan Zan’dan değil.
  2. Can Atalay Meselesi:
    Can Atalay için Hatay’dan Ankara’ya yürüyüşe geçen Genel Başkan Erkan Baş, binlerce Hataylı tarafından uğurlandı. Peki, Ankara’da kim karşıladı? Sadece on iki kişi! Nerede il yönetimi, nerede ilçe yöneticileri? Bu kadrolarla mı parti yönetilecek? Yazık!
  3. Kongre Katılımı:
    Bir önceki kongre 2000 kişiden yalnızca 96 üyenin katılımıyla yapılmıştı. Bu kongre ise 900 üyeden sadece 90 kişiyle gerçekleştirildi. Yani parti ilerlemek yerine geriliyor. Gelenlerden çok istifalar söz konusu. Oysa sosyalist partiler, üyelerini süzgeçten geçirir; bilinçli, eylemci, sosyalist kadrolardan oluşur. Üye dediğin; eyleme koşan, etkinliklerde yer alan, kongre ve konferanslarda fikir üreten kişidir. Aksi hâlde şişirilmiş bir balondan farkı kalmaz.
  4. Sendikalar ve Kitle Örgütleri:
    Birinci Türkiye İşçi Partisi, 12 sendikacıyla kuruldu ve kısa sürede ülkenin dört bir yanına yayıldı. Sendikalarda, kitle örgütlerinde, meslek odalarında, köylerde, kasabalarda örgütlendi. Bugünkü yöneticilere soruyorum: TİP Ankara’da kurulduğundan bu yana kaç sendikaya gidildi? Kaç kitle örgütü kazanıldı? Kaç meslek odasında yer alındı, kaç köyde çalışma yapıldı?
  5. Etkinlikler:
    Şimdiye kadar kaç etkinlik düzenlendi? Kaç panel, kaç konferans, kaç üye toplantısı, kaç mahalle buluşması yapıldı? Bunları sormak her üyenin hakkıdır.
  6. İstifalar:
    Görüyoruz ki yöneticiler partinin büyümesinden adeta korkuyor. İlk ilçe kongresinden sonra 200’den fazla kişi istifa etti. İkinci kongrede 2000 üyeden yalnızca 96 kişi katıldı. Söylentilere göre 400 kişinin daha istifa ettiği iddia ediliyor. Eğer doğruysa, partiden ayrılanların sayısı katılanlardan kat kat fazla. Bu durum neden araştırılmıyor, neden önlem alınmıyor?
  7. Körler Sağırlar Durumu:
    İlçe yönetimi, hesap vermeden, aklanmadan ve paklanmadan, “körler sağırlar birbirini ağırlar” misali bir toplantı yapmıştır. Hayırlı olsun!

 

Partiler ve İşleyişleri

Partiler gücünü halktan alır. Halkla bağ kuramayan, tabanda tutunamayan partiler değirmen taşlarına benzer: Buğday gelirse un yapar, gelmezse birbirini öğütür. Eğer tabanla bağ kurulmazsa parti grupçuklara bölünür, iç çekişmelerle tükenir, yozlaşır. Sonunda tarih onları tasfiye eder. Bu nedenle zararın neresinden dönülse kârdır.

Ne Yapmalı?

Türkiye İşçi Partisi’nin geleceği üzerine konuşurken, yalnızca eleştiri yapmak yetmez; aynı zamanda çıkış yollarını da tartışmak gerekir. Çünkü partiler, hatalarından ders çıkararak büyürler.

  1. Demokratik İşleyiş:
    Parti, iç işleyişini şeffaf ve demokratik kılmak zorundadır. Üyeler, yalnızca seçim dönemlerinde değil; her aşamada sürece katılabilmelidir. Mahalle toplantılarının düzenli yapılması, üyelerin söz hakkı ve iradesinin merkeze alınması şarttır.
  2. Tabana Dayanmak:
    TİP’in kökleri işçi sınıfına, köylüye ve emekçilere dayanır. Sendikalar, kitle örgütleri, meslek odaları ve köyler, partinin asli çalışma alanları olmalıdır. Bu alanlarda örgütlenmeyen bir sosyalist partinin kalıcı başarısı düşünülemez.
  3. Kadroların Niteliği:
    Bir sosyalist parti, popüler isimlerle değil; bilinçli, fedakâr ve eylemci kadrolarla yol alır. Her üye, bir işlev üstlenmeli; kongreler yalnızca formalite olmaktan çıkmalı, fikirlerin ve mücadelelerin buluştuğu gerçek kürsüler hâline gelmelidir.
  4. Parti Kültürü:
    TİP’in tarihi, Mustafa Suphi’lerden Behice Boran’lara kadar bir mücadele geleneği taşır. Bu gelenek, popülist tercihlerle ya da günübirlik kararlarla lekelenemez. Parti kültürünün korunması, bugünkü kuşakların en temel sorumluluğudur.
  5. İstifaların Önüne Geçmek:
    Bir partiden çok sayıda üyenin ayrılması, yalnızca kişisel memnuniyetsizlik değil, yönetim anlayışındaki zaafların göstergesidir. Bu nedenle her istifa araştırılmalı, nedenleri ortaya çıkarılmalı ve çözüm üretilmelidir.

Sonuç

Türkiye İşçi Partisi, tarihsel bir mirasın taşıyıcısıdır. Bu miras, bedel ödeyenlerin, zindanlarda çürüyenlerin, sürgünlerde yaşamını yitirenlerin, meydanlarda mücadele edenlerin mirasıdır. Böyle bir miras, günübirlik hesaplarla ve dar kadroculukla heba edilemez.

Eğer partimiz halkla bağını güçlendirir, şeffaf bir işleyiş benimser, nitelikli kadrolarla yol alır ve emekçilerin gerçek sorunlarına eğilirse; büyüme potansiyeli vardır. Aksi takdirde, tarihin tozlu raflarında kaybolmaya mahkûm olur.

Bugün bize düşen görev, kişisel hesapları bir kenara bırakmak; partiyi gerçekten halkın partisi yapmak için emek vermektir. Çünkü TİP, yalnızca bir parti değil; geleceğin adalet, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin de adıdır.

Sayın Genel Başkanım,

Ben emekli bir inşaat mühendisiyim. 68 kuşağındanım; defalarca hapis yattım. 12 Mart’ta tutuklandım, 12 Eylül’de ise TMMOB davasında yargılandım. Seksen yaşında bir yazarım. Bugüne dek beş roman ve bir öykü kitabım yayımlandı, hâlen yazmaya devam ediyorum.

1968 yılından bu yana İşçi Partili ve sosyalistim. Partinin bugün içinde bulunduğu durumu, verdiğimiz onca mücadelenin ardından görmek beni çok üzüyor. Dilerim yapılan hatalar görülür ve partimiz bu yanlışlardan kurtarılır.

Bizim kuşağımız, bedel ödemekten kaçınmadan, ülkenin özgürlüğü ve işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele etti. Kimi arkadaşlarımızı toprağa verdik, kimimiz yıllarca cezaevlerinde direndik. Bütün bu fedakârlıkların boşa gitmediğine inanmak istiyoruz. Bugün genç kuşakların aynı inanç ve kararlılıkla ilerlemesi için partinin yeniden ayağa kalkması şarttır.

Sizden beklentim; sosyalist değerlerden, emek mücadelesinden ve halkın gerçek sorunlarından kopmadan yol almanızdır. Bizler yaşlandık belki ama hâlâ kalemimizle, düşüncemizle, tecrübemizle bu davanın emrindeyiz.

Partimizin, tarihten aldığı güçle yeniden işçi sınıfının gerçek temsilcisi olacağına inanmak istiyorum.

Saygılarımla

Hasan ÇERÇİOĞLU

Çankaya Tip Üyesi

Tel: 0532 496 30 14  İleti: hasancercioglu@hotmail.com

29 Eylül 2025 Pazartesi

 

Türkiye İşçi Partisi Nereye Gidiyor?

28 Eylül 2025 günü Çankaya İlçe Örgütü olağanüstü toplantısını gerçekleştirdi. Divan başkanlığına İl Başkanı seçildi, çalışma programı okundu. Ardından üyeler program üzerine konuşmalara geçti. Ben de “Parti nereye gidiyor?” başlıklı bir konuşma yaptım.

Gezi davası tutukluları Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Osman Kavala’nın yanı sıra; CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar ile birlikte 15 CHP’li ilçe belediye başkanı ve başkanvekili hiçbir suçları olmadığı halde politik sebeplerle tutukluyken, bizler buruk ve içimizi acıtan bir duyguyla TİP Çankaya İlçe Kongresi’ni yapıyoruz. Tüm tutukluların acilen serbest bırakılmasını istiyoruz, diyerek söze başladım.

TİP Nereye Gidiyor?

Bir yönetimin başarısı, kadrolarının başarısıyla ölçülür. Ankara’da Türkiye İşçi Partisi Çankaya İlçe Başkanlığı var mı yok mu belli değil. 27 Eylül akşamı saat 19.00’a kadar TİP’in Çankaya’da bir ilçe örgütünün bulunduğundan haberdar değildim. Sadece WhatsApp üzerinden gelen bir mesajla kongrenin yapılacağını öğrendim.

  1. Çağrı ve Usul:
    Dernekler Kanunu’na göre genel kurula katılma hakkı olan üyelerin listesi hazırlanır; üyeler en az 15 gün önceden toplantının günü, saati, yeri ve gündemiyle çağrılır. Çağrı gazetede ilan edilir ya da yazılı/e-posta yoluyla yapılır. Elbette TİP bir dernek değil, bir partidir. Ancak demokratik işleyişin şeffaf olması, üyelerin sürece katılması gerekir. Akşamdan haber verilip sabaha kongre yapılmamalıdır.
  2. Duyuru Eksikliği:
    İlçe yönetimi duyuruyu zamanında yapmamış, gündemi belirlememiş; yalnızca WhatsApp üzerinden son anda haber vermiştir. WhatsApp kullanmayan üyelere hiçbir duyuru yapılmamıştır.
  3. Adres Sorunu:
    Bildirilen adres adeta bir bilmece gibiydi: “Ihlamur Sokak No:2.” Burası Elektrik Mühendisleri Odası’ydı, ancak pazar günü olduğu için kapalıydı. Telefonla arayıp sorunca, “Biz terastayız, terasa çıkın,” dediler. Karşılaştığımız bir vatandaş yolu tarif etti:
    “İkinci kata çıkacaksınız, önce koridorun soluna, sonra sağa döneceksiniz. Asansör orada.”
    Dolambaçlı bir yolun ardından terasa çıktık. Terasta 90–100 kişilik küçük bir salon vardı. İlçenin büyük kongresi, o daracık salonda yapılıyordu. Sanki yangından mal kaçırır gibi bir izlenim edindim.
  4. Mahalle Toplantıları:
    Mahalle toplantıları yapıldı mı? Eğer yapıldıysa neden bize haber verilmedi?

Eleştirilerime ilçe başkanı değil, aynı zamanda divan başkanı olan İl Başkanı yanıt verdi:
“Bu bir dernek değil, partidir. Parti delegelerini toplar, kongresini yapar,” diyerek mahalle delegesi meselesini geçiştirdi.

Oysa her partide kuraldır: Önce mahalle toplantıları yapılır, delegeler seçilir, sonra ilçe kongresine gidilir. Gördüğüm kadarıyla mahallelerde hiçbir çalışma yapılmamıştı. Yani, “Tarlada izi olmayanın harmandan gözü olmaz.”

İl yönetimi, ilçe yönetimi ve divan adeta söz birliği etmiş gibiydi. İl Başkanı taraf olduğu hâlde divan başkanı seçildi; bu başlı başına yanlıştı. Divan başkanı tarafsız olmalıydı, ama burada İl Başkanı tarafsızlığını yitirmiş, ilçe başkanı gibi eleştirilere yanıt veriyordu.

  1. Hatay Adayı Olayı:
    Hatırlanacağı üzere Hatay’da belediye başkan adayı olarak kökeni MHP’ye, ardından İYİ Parti’ye dayanan Gökhan Zan gösterilmiş, sonra vazgeçilmişti. Peki Gökhan Zan hangi bilgi birikimi ve hangi siyasi yetenekle aday gösterildi? TİP’in kökleri Mustafa Suphi ve yoldaşlarına dayanıyor. Bir sosyalist parti bir spor kulübü değildir. Sporculardan bahsedeceksek, Metin Oktay’dan söz edelim; Gökhan Zan’dan değil.
  2. Can Atalay Meselesi:
    Can Atalay için Hatay’dan Ankara’ya yürüyüşe geçen Genel Başkan Erkan Baş, binlerce Hataylı tarafından uğurlandı. Peki, Ankara’da kim karşıladı? Sadece on iki kişi! Nerede il yönetimi, nerede ilçe yöneticileri? Bu kadrolarla mı parti yönetilecek? Yazık!
  3. Kongre Katılımı:
    Bir önceki kongre 2000 kişiden yalnızca 96 üyenin katılımıyla yapılmıştı. Bu kongre ise 900 üyeden sadece 90 kişiyle gerçekleştirildi. Yani parti ilerlemek yerine geriliyor. Gelenlerden çok istifalar söz konusu. Oysa sosyalist partiler, üyelerini süzgeçten geçirir; bilinçli, eylemci, sosyalist kadrolardan oluşur. Üye dediğin; eyleme koşan, etkinliklerde yer alan, kongre ve konferanslarda fikir üreten kişidir. Aksi hâlde şişirilmiş bir balondan farkı kalmaz.
  4. Sendikalar ve Kitle Örgütleri:
    Birinci Türkiye İşçi Partisi, 12 sendikacıyla kuruldu ve kısa sürede ülkenin dört bir yanına yayıldı. Sendikalarda, kitle örgütlerinde, meslek odalarında, köylerde, kasabalarda örgütlendi. Bugünkü yöneticilere soruyorum: TİP Ankara’da kurulduğundan bu yana kaç sendikaya gidildi? Kaç kitle örgütü kazanıldı? Kaç meslek odasında yer alındı, kaç köyde çalışma yapıldı?
  5. Etkinlikler:
    Şimdiye kadar kaç etkinlik düzenlendi? Kaç panel, kaç konferans, kaç üye toplantısı, kaç mahalle buluşması yapıldı? Bunları sormak her üyenin hakkıdır.
  6. İstifalar:
    Görüyoruz ki yöneticiler partinin büyümesinden adeta korkuyor. İlk ilçe kongresinden sonra 200’den fazla kişi istifa etti. İkinci kongrede 2000 üyeden yalnızca 96 kişi katıldı. Söylentilere göre 400 kişinin daha istifa ettiği iddia ediliyor. Eğer doğruysa, partiden ayrılanların sayısı katılanlardan kat kat fazla. Bu durum neden araştırılmıyor, neden önlem alınmıyor?
  7. Körler Sağırlar Durumu:
    İlçe yönetimi, hesap vermeden, aklanmadan ve paklanmadan, “körler sağırlar birbirini ağırlar” misali bir toplantı yapmıştır. Hayırlı olsun!

 

Partiler ve İşleyişleri

Partiler gücünü halktan alır. Halkla bağ kuramayan, tabanda tutunamayan partiler değirmen taşlarına benzer: Buğday gelirse un yapar, gelmezse birbirini öğütür. Eğer tabanla bağ kurulmazsa parti grupçuklara bölünür, iç çekişmelerle tükenir, yozlaşır. Sonunda tarih onları tasfiye eder. Bu nedenle zararın neresinden dönülse kârdır.

Ne Yapmalı?

Türkiye İşçi Partisi’nin geleceği üzerine konuşurken, yalnızca eleştiri yapmak yetmez; aynı zamanda çıkış yollarını da tartışmak gerekir. Çünkü partiler, hatalarından ders çıkararak büyürler.

  1. Demokratik İşleyiş:
    Parti, iç işleyişini şeffaf ve demokratik kılmak zorundadır. Üyeler, yalnızca seçim dönemlerinde değil; her aşamada sürece katılabilmelidir. Mahalle toplantılarının düzenli yapılması, üyelerin söz hakkı ve iradesinin merkeze alınması şarttır.
  2. Tabana Dayanmak:
    TİP’in kökleri işçi sınıfına, köylüye ve emekçilere dayanır. Sendikalar, kitle örgütleri, meslek odaları ve köyler, partinin asli çalışma alanları olmalıdır. Bu alanlarda örgütlenmeyen bir sosyalist partinin kalıcı başarısı düşünülemez.
  3. Kadroların Niteliği:
    Bir sosyalist parti, popüler isimlerle değil; bilinçli, fedakâr ve eylemci kadrolarla yol alır. Her üye, bir işlev üstlenmeli; kongreler yalnızca formalite olmaktan çıkmalı, fikirlerin ve mücadelelerin buluştuğu gerçek kürsüler hâline gelmelidir.
  4. Parti Kültürü:
    TİP’in tarihi, Mustafa Suphi’lerden Behice Boran’lara kadar bir mücadele geleneği taşır. Bu gelenek, popülist tercihlerle ya da günübirlik kararlarla lekelenemez. Parti kültürünün korunması, bugünkü kuşakların en temel sorumluluğudur.
  5. İstifaların Önüne Geçmek:
    Bir partiden çok sayıda üyenin ayrılması, yalnızca kişisel memnuniyetsizlik değil, yönetim anlayışındaki zaafların göstergesidir. Bu nedenle her istifa araştırılmalı, nedenleri ortaya çıkarılmalı ve çözüm üretilmelidir.

Sonuç

Türkiye İşçi Partisi, tarihsel bir mirasın taşıyıcısıdır. Bu miras, bedel ödeyenlerin, zindanlarda çürüyenlerin, sürgünlerde yaşamını yitirenlerin, meydanlarda mücadele edenlerin mirasıdır. Böyle bir miras, günübirlik hesaplarla ve dar kadroculukla heba edilemez.

Eğer partimiz halkla bağını güçlendirir, şeffaf bir işleyiş benimser, nitelikli kadrolarla yol alır ve emekçilerin gerçek sorunlarına eğilirse; büyüme potansiyeli vardır. Aksi takdirde, tarihin tozlu raflarında kaybolmaya mahkûm olur.

Bugün bize düşen görev, kişisel hesapları bir kenara bırakmak; partiyi gerçekten halkın partisi yapmak için emek vermektir. Çünkü TİP, yalnızca bir parti değil; geleceğin adalet, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin de adıdır.