12 Eylül 2025 Cuma

 

YAKLAŞAN TEHLİKE

İstanbul 45. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin, CHP İstanbul İl Yönetimi’ni görevden alarak eski CHP Genel Sekreteri Gürsel Tekin’i kayyum olarak atamasının ardından gözler 15 Eylül’e çevrildi. Gürsel Tekin, 5.000 polis eşliğinde İstanbul İl Başkanlığı binasına girdi. Olayı protesto eden vatandaşlar sokağa döküldü.

Hepimiz bu gelişmeleri kaygıyla izliyoruz. Ancak asıl fırtına, 15 Eylül’de Kılıçdaroğlu “mutlak butlan” kararıyla yeniden CHP’nin başına geçerse kopacak. Umarım düşündüğümüz gibi olmaz. Eğer Kılıçdaroğlu sağduyulu davranmaz ve yanında topladığı bazı güçlerle CHP binasına yürürse, bu durum Alevi-Sünni çatışmasını tetikleyebilir. Kılıçdaroğlu’yla yürüyenlerin tümü “Alevi” olarak görülecek, karşı taraf buna karşı duracak ve iki kesim böylece karşı karşıya gelecektir. AKP’nin bugüne kadar başaramadığı Alevi-Sünni çatışması, işte o zaman fiilen yaşanabilir.

Her konuşmasını dikkatle dinlediğimiz, BirGün gazetesindeki yazılarını zevkle okuduğumuz Fikri Sağlar, 8 Eylül 2025’te TV1’de yaptığı konuşmada şöyle dedi:
“Türkiye’nin en dinamik, en demokratik, en çağdaş, en ileri bakanı Alevi’dir. Kılıçdaroğlu da Alevilerin desteğiyle Türkiye’yi bu hale getirdi.”

Bu sözler, sanki Kılıçdaroğlu yalnızca Alevi delegelerin oylarıyla genel başkan olmuş gibi bir izlenim yaratıyor. Oysa CHP’nin yaklaşık 1.300 delegesi vardı. Bunların tamamı Alevi miydi? O günlerde Kılıçdaroğlu’na “demokrat”, “çağdaş”, hatta “Gandhi” diyenler bile olmuştu. Şimdi ise, Kılıçdaroğlu hata yaptı diye tüm Alevileri suçlamak ne kadar doğru?

Seçim sonuçlarına bakalım:

  • 1 Kasım 2015 genel seçimlerinde CHP: %25,32
  • 24 Haziran 2018 genel seçimlerinde CHP: %30,64
  • 14 Mayıs 2023 genel seçimlerinde CHP: %44,88

Şimdi Fikri Sağlar’a sormak lazım: Bu oyların tamamı Alevi oyları mıydı? Düne kadar Aleviler “çağdaş, demokrat, solcu” idi; Kılıçdaroğlu da iyiydi. Ankara’dan İstanbul’a “Hak, Hukuk, Adalet” yürüyüşünü yaparken hepiniz arkasında yürüdünüz. O zaman Kılıçdaroğlu iyiydi de, şimdi mi kötü oldu?

Kaldı ki gerek 12 Mart 1971 muhtırasından, gerekse 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Alevilerin büyük kısmı can güvenliği kaygısıyla yurt dışına gitmek zorunda kaldı. Örneğin Malatya’dan söz edelim: Eskiden 4 milletvekilinden 2’sini sağ partiler, 2’sini CHP kazanırdı. Bugün ise 6 milletvekilinden ancak birini CHP çıkarabiliyor. Çünkü CHP’ye oy veren Aleviler göç etti, kırsal kesim boşaldı.

Senin partin iktidardayken de Aleviler size oy verdi ama karşılığında en ağır katliamları yaşadılar:

  1. Maraş Katliamı (19–26 Aralık 1978)
    İktidarda siz vardınız. Aleviler size oy vermişti ama evleri başlarına yıkıldı. 7 gün 7 gece boyunca saldırılar sürdü. 120 kişi vahşice öldürüldü, binin üzerinde kişi yaralandı, 552 ev yakıldı, 289 işyeri yağmalandı. Kolluk kuvvetleri müdahale etmedi, seyirci kaldınız. Bu katliamın sorumluluğu size aittir.
  2. Sivas Katliamı (2 Temmuz 1993)
    Yine siz iktidardaydınız. Aleviler partinize oy verdi ama Madımak Oteli’nde 33 aydın ve sanatçı yakılarak katledildi. Onları kurtarmadınız, seyirci kaldınız. İşte sizin demokratlığınız bu kadar.

Gerçekler, sizin anlattığınız gibi değil. Kılıçdaroğlu yalnızca Alevilerin desteğiyle orada kalmadı. Sizin Alevilere karşı ikiyüzlü yaklaşımınız yüzünden Kürt Alevilerin büyük kısmı DEM’e yöneldi. Sol sosyalistler zaten kendi partilerine oy verdi. Siz ise içinizdeki iş birlikçileri, yıllarca omuz omuza yürüdüğünüz isimleri görmezden geldiniz: Gürsel Tekin’i, Özlem Çerçioğlu’nu ve daha nicelerini görmediniz… O günlerde sizler makam kavgasına düşmüştünüz, gözleriniz gerçeği göremedi.

Kısacası, Kılıçdaroğlu’nun bugünkü konumu yalnızca Alevilerin desteğiyle açıklanamaz.

 

14 Ağustos 2025 Perşembe

 

ÇERÇİOĞLU 

Özlem Çerçioğlu’nun istifası konuşulmaya başlayınca, ben de dedim ki: “Dur hele, kendi soyadımın da hesabını bir vereyim.” Çünkü benim soyadım da Çerçioğlu. Ama baştan söyleyeyim, bu soyadı doğuştan değil; tıpkı bir gömlek gibi, sonradan giydim.

Doğduğumda soyadımız “Çolak”tı. Ne garip, ailede ne bir kol eksik, ne bir lakap, ne de hikâye… Ama devlet o günkü şartlarda uygun görmüş, vermiş. Ben de Çolak olarak büyüdüm. Öğretmen olunca yolum Kürecik’in Çevirmek köyüne düştü. O sıralar Malatya’da arkadaşlarla Haşhaş gazetesini çıkarıyorduk. Bazen öykü, bazen haber yazıyor, bazen de iktidara çatıyordum. Yazılarım hep “Çolak” imzasıyla çıkıyordu.

Bir de bireysel olarak muhalefet yapmak adettendi; teksir makinasında bildiriler basar, pazar cumartesi fark etmez, düğünlere, kahvelere, kalabalık meydanlara dalıp halka dağıtırdım. Kürecik ve Akçadağ çevresinde bu yüzden bana “Hoca-i Dastancı” dediler.

Derken öğretmen boykotu geldi, ardından öğretmenlikten ihraç edildim. Yolum Ankara Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi İnşaat Mühendisliği’ne düştü. Gündüz çalışıp gece okuyordum. Tam her şey rayına oturuyor derken, 12 Mart geldi çattı.

O günlerde Mao’nun bir sözü kulaklarımda çınlıyordu: “Devrimciler için kentler deniz deryadır.” Ben de bu denizde kaybolmaya çalışıyordum. Ama köydeki evim basıldı, kitaplarım iki çuvala dolduruldu, kardeşimin sırtına yüklendi götürüldü. Malatya’ya dört yıl gidemedim.

Her gittiğim yerde “Çolak” soyadı başıma bela oluyordu. Dedim ki: “Bu iş böyle olmaz. Bir soyadı bulacağım ki, taşıyan az olsun ya da hiç olmasın.” Babama köyde Kürtler “Hasan-i Çerçi”, Türkler “Çerçi Hasan” derdi. Yani “Çerçi’nin oğlu.” Bundan iyi soyadı mı var? Böylece Çolak’tan kurtulup Çerçioğlu oldum.

Yıllar geçti, soyadım bana huzur verdi. Ta ki Özlem Çerçioğlu çıkana kadar… Meşhur bir isim ya, gittiğim her yerde, “Akraba mısınız?” sorusu… Yok kardeşim, ben Malatyalıyım, o Aydınlı. Herkes kendi ateşinde yanar, kendi ışığında parlar.

Ortak yanımız var mı? Yok. Ben sosyalistim, hatta komünistim. O kim, ne yapar, bilmem. Ama geçenlerde tökezlemiş, yere kapaklanmış. Beni görenler, “Git, akrabanı kaldır” dediler. “Benim gücüm yetmez” dedim, “onu kaldıran çok olur. Ben düşsem, yüzüme bakan olmaz.”

Şimdi soruyorum size: Ben bir kere soyadımı değiştirdim. Şimdi Özlem Çerçioğlu yüzünden bir daha mı değiştireyim?

12 Ağustos 2025 Salı

 HER GÜN CİĞERLERİMİZ YİYEN KARTAL,

Bugün, bizim ciğerlerimizi her gün yiyen kartal; yalnızca bir mitolojik yaratık değil, aynı zamanda halkın iradesini, emeğini ve özgürlüğünü sömüren her türlü baskıcı güçtür. Yirmi üç yıldır üzerimize çöken bu karanlık, Prometheus’un zincirleri gibi boynumuza dolanmıştır. Her gün biraz daha kanımızı emer, canımızı yakar, yaralarımız kabuk bağlamadan yeniden açar.
Ancak tıpkı Prometheus’un hikâyesinde olduğu gibi, bu işkence ebedî değildir. Kartalı besleyen eller, kendi korkularından titremektedir. Onlar bilir ki, bir gün Herakles mutlaka gelir. Bu Herakles, tek bir kişi olmak zorunda değildir; bazen halkın ortak iradesi, bazen bilimin aydınlığı, bazen de bir kuşağın cesareti Herakles’in yerini alır.
Zeus’un tahtı, zorbalığın tahtıdır. Bu tahtı sarsacak olan, Prometheus’un insanlara verdiği ateştir: Bilgi, bilinç, hak arayışı ve özgürlük tutkusu. Tarihin çarkı her zaman ileri döner; geriye çevirme çabaları, en fazla çarkın dişlilerini zorlar, ama yönünü değiştiremez.
Bugün, kartal hâlâ tepemizde dönüyor olabilir. Ciğerlerimiz hâlâ acıyor olabilir. Ama Prometheus’un dediği gibi, özgürlük, ancak tiranın tahtı devrildiğinde mümkün olur. Ve o gün geldiğinde, ciğerlerimizi parçalayan kartal da kendi karanlığında yok olup gidecektir.

17 Temmuz 2025 Perşembe

 

 

 TANRI, GÜÇ VE SAVAŞ – MODERN ZAMANLARIN ELEŞTİRİSİ

Hani insanlık sürekli daha iyiye, daha güzele, daha mutlu bir çağa doğru ilerleyecekti?

Hani dünyada savaşların olmadığı, sömürgeciliğin kalktığı, açlığın, yoksulluğun silindiği bir yeryüzü cenneti kurulacaktı?

Hani bilim, felsefe, siyaset ve sanat, büyük insanlığın düşlerini uzak yıldızlara taşıyacaktı?

Nâzım Hikmet’in dizelerinde sorduğu gibi:

“Kendi kendimizle yarıştaydık,
Ya ölü yıldızlara hayatı götürecektik,
Ya dünyamıza inecekti ölüm.”

Oluyordu... Olduramadık.
Bu seferlik başaramadık.
Olsun — ilk yenilgimiz değil ki! Yeter ki sonuncusu olsun!

Afrikalı düşünür Jomo Kenyatta, Batı’nın Afrika’ya girişini şöyle anlatır:

“Hristiyanlar ülkemize geldiklerinde, toprak bizimdi. Onların ellerinde İncil vardı.
Gözlerimizi kapatıp dua etmemizi istediler.
Gözlerimizi açtığımızda, toprak artık onların olmuştu; elimizde sadece İncil kalmıştı.”

Bu kısa hikâye, modern sömürgeciliğin özeti gibidir.
Bugün de benzer hikâyeler yaşanıyor.

George W. Bush, zafer konuşmasında şöyle demişti:

“Tanrıdan bana vahiy geldi.”

Ve bu sözlerin arkasından, Afganistan ve Irak’a bombalar yağdırıldı.
Petroller ve enerji kaynakları uğruna ülkeler kan gölüne çevrildi.
Milyonlarca insanın yaşamı yerle bir edildi.

Aynı dönemde Türkiye'de bir milletvekili şu sözleri sarf etti:

“Sizin Allah’ınız varsa, bizim de Erdoğan’ımız var!
Tanrı’nın tüm vasıflarını üzerinde toplayan bir liderimiz var!”

George W. Bush ile el ele verilen bu karanlık ittifak, 1 Mart tezkeresini geçirmeye çalıştı.
Bu tezkere geçmediğinde üzüntüden saçını başını yolan “Müslüman” vekillerin gözleri kararırken, insanlık bir kez daha savaşa tanrısal gerekçeler bulma utancıyla karşı karşıya kaldı.

Peki, Tanrı gerçekten barıştan yana mı?

Barıştan yana olsaydı, insanlığa böyle bir yazgı yazar mıydı?
Batı’ya, güçlüye, büyük imparatorluklara mı bırakırdı adaleti?

Tanrı gerçekten, Cengiz Han’a, Sezar’a, Büyük Britanya’ya, Amerika’ya mı vekâlet verdi?
Yoksa bu kanlı miras, “Tanrı adına” hareket ettiğini söyleyenlerin icadı mıydı?

II. Dünya Savaşı’nda Nazilere karşı saf tutan insanlık, Hiroşima ve Nagazaki’de atom bombası dehşetiyle tanıştı.
Bugün ise Gazze’de, Filistin’de aynı dehşet yaşanıyor.

O hâlde insanlık ne yapmalı?

Kendimizi Latin Amerika halkları gibi hissetmeliyiz.
Afrikalı gibi düşünmeli, Afgan, Iraklı, Suriyeli, Gazzeli gibi hissetmeliyiz.
Yani insan gibi…
Bizi yutmak isteyen kapitalizme, mahvetmek isteyen emperyalizme karşı direnmeliyiz.
Bu artık kutsal bir görevdir.

Amerika Birleşik Devletleri, uçaklarıyla, gemileriyle, bombalarıyla geliyor.
Ama biz de edebiyatımızla, sanatımızla, vicdanımızla karşısına dikilmeliyiz.

Çünkü savaş yıkarsa, sanat inşa eder.
Çünkü savaş öldürürse, edebiyat yaşatır.
Çünkü savaş susturursa, şiir konuşturur.

Francis Bacon şöyle demişti:

“Sanat, dünyaya eklenen insandır.”

Albert Camus bunu tamamlar:

“Sanat, zorbalığa karşıdır.”

Friedrich Schiller seslenir:

“Ey insan! Sanat yalnız senindir!”

Maksim Gorki ise şöyle der:

“Sanat artık bir şey uğruna ya da bir şeye karşı bir savaştır.”

Ve Pablo Neruda haykırır:

“Biz şairler, nefretten nefret ederiz. Savaşa karşı savaşırız!”

Çünkü savaşın karşısında durmak; yaşamı, insanı ve geleceği savunmaktır.
Çünkü sanat, bilimle birlikte insanın yaşam arayışındaki en büyük ışıktır.

İnsanlık tarihi boyunca ezilenlerle ezenler, mazlumlarla zalimler, aydınlıkla karanlık, barışla savaş çatıştı.
Bu tarih, aynı zamanda barbarlığın tarihidir.
Ama her savaşta bir halk yeniden doğdu.
Ve Pablo Neruda’nın dizeleriyle haykırdı:

“Burada şarkı söyleyen bir halk bulmuşlardı,
Sevda ve yükümlülükle birleşmiş bir halk…
Ve düştü incecik kız, bayrağıyla birlikte.
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.”

SAVAŞIN TARİHSEL VE KÜLTÜREL ELEŞTİRİSİ

Savaş, bir yok etme aracıdır. Komutla adam öldürmenin, doğayı yakıp yıkmanın başka bir adıdır. Tarih boyunca hep vardı, hâlâ var. Tarihin egemeni oldu çoğu zaman. Çünkü savaş; insanlar arasındaki güç ve çıkar çatışmalarının en azgın, en vahşi biçimidir. Sorunları barışla değil, kaba kuvvetle çözme yoludur.

İlk savaş, Habil ile Kabil arasında çıktı. Oysa dünyada sadece iki insandılar. Ama yine de bu küçücük dünyaya sığamadılar. Anlaşamadılar. Kabil, kardeşi Habil’i öldürdü.
İnsanlık tarihinin ilk kanı, bir kardeşin diğerini öldürmesiyle aktı.
Ve ne yazık ki, o günden bu yana durmadan akıyor.

Pablo Neruda, bu gerçeği şu çarpıcı dizelerle dile getirir:

“Haydutlar, uçakları ve Mağriplileriyle,
Haydutlar, yüzükleri ve düşesleriyle,
Kara cüppeli papazlarıyla indiler gökten
Çocukları katletmeye.
Ve çocuk kanına boyadılar sokakları.
Gelin de görün kanı
Sokaklarda akan.”

Savaşın insana ve yaşama karşı olduğu açıktır. Özgürlüğün, vicdanın, onurun düşmanıdır. Savaş sadece fiziksel değil, aynı zamanda kültürel ve politik bir yıkımdır. Bir iktidar biçimidir; bir dünya görüşüdür.

Savaşın sebepleri bazen ırksal, bazen dinsel gösterilir. Ama gerçek sebep çoğunlukla çıkar çatışmasıdır. Dinler, bilim adamları, insanları öldürmenin kötü olduğunu öğretir. Ancak sıra savaşa gelince, bu öğütler tersine döner. İnsanlar askere alınır, öldürmek kutsal sayılır.

Bu büyük çelişki, savaşın insan vicdanını yaraladığını gösterir. O yüzden denilebilir ki:
“Dünyanın en iyi insanları savaştan nefret edenlerdir. En kötüleri ise savaşı sevenler...”

Aziz Nesin de şöyle sormamış mıydı?

“Niçin savaş? Kimlerin yararına? Sonunda kazanan kim?”

Devletler, parlamentolar, yönetenler, halklar, sanatçılar ve aydınlar... Herkes savaşın yıkıcılığını bilir, ama yine de savaşlar çıkar. Savaş, insanlığın en bulaşıcı ve en öldürücü hastalığıdır. Bir yıkım ve yok oluş aracıdır. Bu nedenle herkes savaşları lanetlemekte, barışı özlemektedir.

Ancak bilim ve teknoloji, insanlığa hizmet etmeye başlamadan önce, savaşlar sürecek. Silah tüccarları kâr hırsından vazgeçmedikçe, yeni savaşlar çıkarılacak. Depolanan silahlar bir gün mutlaka kullanılacak, yeni teknolojiler test edilecektir. Çünkü silahların varlığı, savaşı davet eder.

Filistinli şair Semih el-Kasım, bu karanlığa karşı direnişi yücelterek şöyle seslenir:

“Bizim doğduğumuz gün
Direniş de doğdu.
Sevin gökyüzü!
Biz buradayız, için rahat olsun.
Sevin yeryüzü!”

Filistinli Salim Jabarin’in şiirinde ise savaşın yıkımına şu çığlıkla yanıt verilir:

“Hangi halkı parçalamıştır tarih,
Parçaladığı kadar benim halkımı?”

Bertholt Brecht, her savaşın ardından üç ordu kaldığını söyler:

“Ölüler ordusu,
Yas tutanlar ordusu,
Hırsızlar ordusu.”

Evet, savaş naraları atanlara karşı yazarlar, edebiyatçılar, şairler yazılarıyla haykırmak zorundadır.
Bir daha olmasın Hiroşima! Bir daha olmasın Nagazaki! Bir daha olmasın Irak,  Bir daha olmasın Suriye, Bir daha olmasın Gazze…

İnsanlar ve doğa ölmesin. Emperyalizm, silahlarıyla dünyayı teslim almasın.
Savaş, insanlığa yakışmaz.
Bunu söyleyen romanlar dilden dile, elden ele dolaşmalı.
Edebiyat, evrensel bir çığlık ve umut yolu olmalı

  EDEBİYATIN BARIŞ ARAYIŞI

Edebiyat, insanlığın en büyük ütopyası olan barışı her zaman aradı. Kalemin gücüyle savaşlara karşı durdu, insanlığı vicdanla yüzleştirdi. Sanatçılar, yazarlar, şairler savaş karşıtı düşüncelerini eserlerine yansıttılar, barış için haykırdılar.

Mihail Şolohov’un sözleri, nükleer yıkım tehlikesine dikkat çeker:

“Barışın düşmanları, aklın sesine kulak vermek istemiyorlar. Her yeri bir anda sararak, dünya üzerindeki tüm yaşamı yok edecek nükleer alevlerin üzerine hâlâ benzin dökmeye devam ediyorlar.”

Paul Eluard, insanlığın doğasına barışı yerleştirir:

“Barış, insanlığın asıl yasasıdır, dememiş miydi?”

Victor Hugo, barışın değerini şöyle özetler:

“Barış, her şeyi hazmeden mutluluktur.”

Bertolt Brecht umutla seslenir:

“Bir gün gelecek, ‘Oh!’ diyecek insanoğlu. Silahları bırakın, artık ihtiyaç kalmadı.”

Bu sözlerin her biri, savaşın insanlığa verdiği zararı işaret ederken; barışın gerekliliğini ve kaçınılmazlığını savunur. Kalbimizi sıkan endişelere rağmen umutsuzluğa düşmeden, cesaretle savaşın karşısında durmak gerekir. Cengiz Aytmatov’un dediği gibi, bu görev öncelikle kültür yaratıcılarına düşer:

“Korku değil, cesaretle savaşın karşısına dikilmek zorundayız. Tüm kültür yaratıcılarının en büyük görevlerinden biri budur.”

Lev Tolstoy ise bu mücadeleyi şu şekilde dile getirir:

“İnsan, savaş gibi inanmadığı bir şey uğruna acı çekeceğine; barış gibi inandığı bir dava uğruna ölse daha iyi değil mi? Savaş için direnmeden verdiğimiz kurbanları, barış için de vermeye hazır olmalıyız.”

Edebiyat; şiirle, romanla, tiyatroyla, müzikle, sinemayla, heykelle barışın tarafında oldu. İnsanlık tarihine bu uğurda armağanlar sundu.

Pablo Neruda, bu mücadeleyi dizelerine dökerken şöyle haykırır:

“Savaşa ait ne varsa, savaşı da alıp gitsin! Biz şairler, nefretten nefret ederiz ve savaşa karşı savaşırız.”

AYDINLARIN VE SANATÇILARIN SORUMLULUĞU

Savaş neden çıkar? Kimlerin işine yarar? Kazananı kimdir?

Bu soruları sormakta geç kalmamalı. Barış için de savaş için de ilk kuşkuyu dile getirmesi gerekenler aydınlardır. Ve aydınların önünde yürüyenler; sanatçılar, yazarlar, edebiyatçılardır. Çünkü tarih boyunca hep böyle olmuştur.

Jean-Paul Sartre bir uyarıda bulunur:

“Savaşlar önlenmezse, silahlanma teknolojisindeki hızlı gelişmeler, insanlığın kendi kendini yok etmesiyle sonuçlanacaktır.”

Charlie Chaplin'in "Büyük Diktatör" filminde attığı çığlık hâlâ yankılanır:

“Bir kişiyi öldürürsen katil, milyonlarca insanı öldürürsen kahraman olursun!”

Savaş filmleri boşuna mı çekildi? Savaş romanları neden yazıldı? Şairler barış için şiirlerini neden haykırdı? Bunlar sadece kitap sayfalarında mı kaldı?

Hayır.

Barış çağrısı, insanın kalbine, zihnine, sokaklara, meydanlara yayıldı. Barış şarkıları söylendi. Ancak artık ne kitaplar, ne şarkılar yeterli geliyor. Çünkü günümüzde insanlığın kaderine insanlar değil; teknolojiler, silahlar, füzeler, bombalar karar veriyor.

Bugün savaşlar; doğayı, kültürleri, insan yaşamını hoyratça, pervasızca yok ediyor.

Oysa barış için yazılan her roman, barış için söylenen her şiir, bir umuttur. Bir çığlıktır. Yürekle, vicdanla, insanın özüyle fısıldar:

“Savaşa hayır!”

Savaşın ve ölümün karşısında, Troya’dan bugüne yazılmış tüm savaş öyküleri aslında barış içindi.
Peki neye yaradı? Achilleus’u, Paris’i, Helena’yı, Agamemnon’u niçin okuduk?
İlyada'yı okumanın hâlâ bir anlamı varsa, Homeros’un yaşaması da boşuna değildir.

Yok eğer bir anlamı kalmadıysa, o hâlde “sanatın ölümsüzleştirme gücü” de bir yalandan mı ibarettir?

İnsanlık, tarih boyunca binlerce savaştan sonra yine savaşa mı dönmüştür?

Bugünün dünyasında artık kimsenin barışa sağır olma hakkı yoktur.

Nâzım Hikmet şöyle der:

“Kendi kendimizle yarıştayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya dünyamıza inecek ölüm.”

Can Yücel, “Bayramlık Şiir”inde ince bir sitemle seslenir:

“Koyunlar keçiler koçlar için/ Ne kadar bayramsa kurban bayramı/
Barış var ya bu barış/ Cephedekiler için de o kadar barış.”

Metin Demirtaş ise ayağa kalkmaya çağırır:

“Hadi kalkın/ Bir şeyler yapalım bu savaşa/ Bir şeyler yapalım hadi kalkın!”

Ve Einstein’ın uyarısı insanlık adına bir sorumluluk çağrısıdır:

“Ben yalnız bir barışsever değil, bir barış savaşçısıyım. İnsanlar savaşa savaş açmadıkları sürece, hiçbir şey savaşları ortadan kaldırmayacaktır.”

Nâzım’ın özlemiyle tamamlayalım:

“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçe sine bu hasret bizim.”

20 Aralık 2023 Çarşamba

 ANAMLI YILLAR

Bugün 20 Aralık 2023, ölümünün dördüncü yılındayız. Anımsıyor musun anacığım? Ağabeyim Mustafa genç yaşta Almanya’da ölünce tabutunu Türkiye ‘ye getirdiler, kapımızın önündeki iğde ağacının altında indirdiler. Defin işlemleri Almanya’da yapıldığı için burada yapılacak bir işlem yoktu. Ailece üzüntü içindeydik evimize köyümüze bir hüzün çökmüştü. Anacığım sen yine feryat figan ağlayarak ağıtlarını sürdürüyordun. Hepimiz yaktığın ağıtların hüznüne kapılmış ağlıyorduk. Geride bir dul kadın ile birisi iki, birisi beş, diğeri sekiz yaşlarında üç çocuk kalmıştı. Babadan sonra sorumluluk büyük ağabeylere düşer. O nedenle onların sorumluluğu da bana düşmüştü. Ben de öğretmenlikten ihraç edilmiş işsiz güçsüzdüm. Bizim bir avuç toprağımız bile yoktu. Babam ortakçılık yaparak geçimimizi sağlıyordu. Babam ölmüştü. Tüm aile benim elime bakıyordu. Yani elde avuçta bir şey yoktu, ama bunları düşünecek değildim. İğdenin altında büyük kalabalık toplanmış, herkes üzüntü içinde, yas içindeydi. İğdenin altındaki kalabalık gruplar halinde kimi köşeye çekilmiş ayakta, kimi yere oturmuş ağabeyimin özelliklerinden bahsediyor kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Hiçbirinin yüzü gülmüyor hepsi arada bir (eyvah)deyip iç geçiriyordu. Ölü evi, köyü baskılıyordu sanki. Havada ölümün elemi ve ürpertisi vardı. Sonra kalabalık birden tabutun başına üşüştü, gömüte dek tabut omuzlarda taşındı. Köyün gömütü evimizin karşısındaydı. Cenazeyi gömdükten sonra herkes evine dağıldı. Ben de eve döndüm hüzün devam ediyordu.
O zaman gençtik delikanlıydık, sosyalizmi yeni öğreniyorduk. Sosyalizmle ilgili ne bulursak okuyorduk. Yaşama idealist bir ruhla sarılmış canhıraş çalışıyorduk. Sosyalizm yoksulların düzeniydi. Bizim aile de yoksuldu. Dünyanın anaları anamız, çocukları çocuklarımız, babaları babamız sayıyorduk. Dünyada kim eziliyorsa kim düşkünse onların yanında sayıyorduk kendimizi. Dünyada sosyalizm ne zaman kurulursa dünyanın ezilen anaları babaları çocukları o zaman kurtulur diye düşünüyorduk.
Sovyetler birliğinde, Çin’de, Küba’da sosyalizm kurulmuş, Vietnam’da, Laos’ta, Kamboçya da Angola’da Amerika’ya karşı kurtuluş mücadeleleri, aynı zaman sosyalist mücadeleler veriliyordu. Biz de onları kendimize örmek almış ülkemizde Amerika’ya karşı aynı zaman sosyalist mücadelesi veriyorduk. Ne ise uzun hikâye…
Ağabeyimin ölümünün üçüncü günüydü. Üçüncü gün ölü evinde yemek hazırlanır, gelene gidene lokma ikram edilir, dualar okunurdu. O gün evimizde yemek hazırlandı eşe dosta lokma ikram edildi, dualar okundu. Derler ki; ölünün ruhu üç gün evin üzerinde dolaşırmış. Yası da üç gün sürermiş, üç gün sonra ruh evden uzaklaşır, hüzün de hafiflermiş. Yani ruh gider hüzün de dağılırmış.
O zaman Amerika halkı afyonkeş olmasın diye Türkiye’de Demirel Hükümeti haşhaş ekimini yasaklamıştı. Malatya Türkiye’deki en önemli haşhaş ekim merkezlerinden biriydi. Haşhaş ekimi yasaklanınca Eylül 1970 yılında Demirel hükümetini protesto etmek amacıyla Malatya’da haşhaş mitingi düzenleniyordu. Gençtik, idealisttik, delikanlıydık o günkü koşullarda yöremizde sosyalizm artık bir ideal olmuştu. Ben de ayni ideali taşıyordum. Evimizde yas sürerken evden ayrılmak olmazdı, ama bir ideali taşıdığıma göre yas mas dinlemez haşhaş mitingi için çalışmalara katılmak istiyordum.
“Daha” dedi Annem, “Ağabeyinin toprağı kurumamışken sen nereye gidiyorsun? Kaldı ki haşhaş ekecek bir avuç toprağın bile yok, kim için ne için mitinge gidiyorsun?” Anam gitmeme karşı çıktı. Eee serde delikanlılık var durur muydum? Ertesi gün anamın ve büyüklerimizin karşı çıkmasına rağmen, onların hiçbirini dinlemeden haşhaş mitingi için yola çıktım. Doğru Malatya’ya gittim. Eylem komitesi, bize Akçadağ İlçesi’nin Kürne Aşireti ile Levent Nahiyesinin köylerini dolaşmamızı uygun görmüştü. Biz dört kişiydik, ikisi Üniversite öğrencisi, ikimiz de ihraç edilmiş öğretmenlerdendik. Arkadaşım Kalender Durdu da benim gibi öğretmenlikten ihraç edilmişti. Kürne köyleri ile Levent nahiyesi en çok haşhaş ekilen köylerdi. Kürne köylerini dolaştıktan sonra, bir ikindi vakti Levent Nahiyesine geldik. Toplanılacak kahve, ne de köy konağı vardı. Oldukça dağınık bir yerleşimdi. Mahalle, mahalle, ev, ev dolaşmak zorunda kaldık. Birinci mahallenin birinci evinden çıkmak üzereyken birden etrafımızı jandarma sardı. Nahiye müdürü bizden şikâyetçi olmuş, karakol komutanı altı jandarmayla bizi alıp karakola götürdü. Araştırdık soruşturduk Nahiye Müdürü aynı köylüymüş.
Dedim şu nahiye müdürü ile bir görüşeyim, ne de olsa hemşeriyiz aynı toprağın insanıyız, belki bize bir insanlık gösterir. Bir şey sorarsam yanıt verir, bizden ne zarar görmüş, niçin şikâyetçi olmuş? Sorup öğreneyim dedim. Karakol komutanından izin istedim, Nahiye müdürünün makamına vardım. Nahiye müdürünün öyle bir havası var ki, kimseyi görmüyordu gözü. Sanki dünyaları kendisi yaratmış. Hani “öküz saraya çıkınca kral olmaz!” derler ya… Sanki Nahiye Müdürü için söylenmiş bir söz!
“Efendim” dedim. “Bizden neden şikâyetçi oldunuz, biz size ne yaptık? Ne zararımızı gördünüz bizi buraya neden getirttiniz?”
“Hökümete karşı çıkıyorsunuz, anarşik işler yapıyorsunuz.”
“Bakın müdür bey,” dedim, “Biz ne hükümete karşı çıkıyoruz, ne de anarşistlik işler yapıyoruz. Sadece haşhaşın yasaklanmasına karşı sesimizi hükümete duyurmak istiyoruz. Haşhaş halkımızın geçim kaynağı, haşhaş yasaklanırsa köylü aç kalır, haşhaş en çok sizin buralarda ekiliyor, siz neden rahatsız oluyorsunuz anlamıyorum? Biz haşhaşın yasaklanmasına karşı çıktığımız için mi rahatsız oluyorsunuz? ”
“Köylünün aç kalması size mi düştü!” dedi müdür “Hökümetimiz güçlü ve kuvvetlidir her çaresine bakar. Siz hökümette iyi mi biliyorsunuz? Siz anarşik işler yapıyorsunuz, hökümet hakkında bayaname dağıtıyorsunuz. Ben buna müsaade etmem.”
“Beyanname dediğiniz bir broşürdür. Hükümet haşhaşı yasaklamasın diye herkes okusun anlasın diye yazılmış resimli bir broşür, biz hükümetten haşhaşı yasaklamaması için sesimizi duyurmak istiyoruz, tek istediğimiz bu! Haşhaş hepimiz için bir geçim kaynağı. Sizin buraların da büyük geçim kaynağıdır. Amerika yasak dediği için hükümet de yasaklıyor.”
“Eee! siz hökümetin dediğine niye karşı çıkıyorsunuz, Siz hökümetten daha mı iyi biliyorsunuz. Hökümet her şeyi sizden daha iyi bilir merak etmeyin, yasak etmişse millet manfaatına yasak etmiştir, yasaksa yasak!”
Müdürün hal ve tavırları yumuşayacak gibi değildi.
“Efendim bizi bırakın gidelim. Biz kanunsuz iş yapmıyoruz. Bakın müdür bey benim haşhaş ekecek bir avuç toprağım bile yok. İki üniversiteli de var aramızda, onlar ta Üniversiteden derslerini okulunu bırakmış gelmişler, hiçbirimiz kendimiz için değil, sizin için buralara kadar geldik.
“ Gelmeseydiniz” dedi Müdür, “sizi ben mi çağırdım, kim çağırdı. Yok, olmaz!” hökümete haber yolladım, haber gelinceye kadar buradan bir yere çıkamayacaksınız!”
Baktım olmayacak, belki havası iner diye bu kez de hemşericilik yönünden konuya gireyim dedim.
“Bakın ben Keller köyündenim. Bir arkadaşım Kacık’lı köyündedir, ikimiz de öğretmeniz aynı toprağın insanlarıyız. Sizin buralı Mehmet Durak, Hasan Durak adında ah baplarımız vardır. Akçadağ’da dükkânları var. Onlar da Kürt oldukları için, alış verişimizi hep onlardan yaparız. Biz sizinle hemşeriyiz aynı toprağın insanlarıyız. Siz de Kürt’sünüz, ben de kürdüm. Bakın gece oldu karanlık çöktü bizi daha fazla bekletmeyin bırakın gidelim!”
“Siz başka, biz başkayız.” Demez mi müdür.
“ Anlamadım ne demek siz başka, biz başkayız?”
“Siz A la vu su nuz!”
“Niyetiniz şimdi anlaşıldı” dedim. Umudumuzu kestik, hemşerilik de bizi kurtaramamıştı. Gece yarısına kadar karakolda bizi boşu boşuna aç susuz bekletti müdür. Ne olduysa gece yarısından sonra Akçadağ Karakol komutanlığından bir telefon geldi. Gece yarısını geçe bizi serbest bıraktı hemşerim müdür.
O günkü koşularda gece vakti Akçadağ’a, ya da Malatya’ya gidecek vasıta yoktu. Ne kalınacak, ne de oturulacak yer vardı. Herkes yatmış uyumuş. Gecenin karanlığı ve korkunç sessizliği köyün üstüne çökmüştü. Gece yayan yola çıkmak zorunda kaldık. Kuşluğa doğru Akçadağ’a vardık. O gün Malatya’da miting başlayacaktı. Mitinge yetişmek zorundaydık. Aç susuz ve uykusuz, sabah otobüsü ile Malatya’ya gittik. Malatya hükümet meydanında kalabalık oluşmuş gruplar halinde insanlar meydana akın ediyorlardı. Saat ikiye doğru miting başladı. Başlangıçta bir sorun yoktu. Konuşmacılar haşhaşın yasaklanmasıyla ilgili konuşmalar yaptılar. Bu yasaklamanın memleketimize hayrı yok, büyük zararı var, ancak Amerika hükümeti kendi milleti afyonkeş olmasın diye hükümetimize haşhaşı yasaklattı. Halkımız bundan çok mağdur olacak onun için bu yasak derhal kaldırılmalı diye konuşmalar yaptılar. Bu arada üreticilerden de konuşanlar oldu. Miting sona ermeden Atatürk’ün heykelini ziyaret edecektik. Kışla caddesine doğru kalabalık yavaş yavaş yürümeye başladı ki nasıl ki kurt bir sürüye dalar sürü darmadağın olur, polisler de kalabalığa anında saldırmaz mı? Kalabalık köşe bucak dağılmaya başladı. Herkes bir yerlere kaçıştı. Ne var, ne oluyor demeye kalmadı, itiş kakış başladı herhangi bir izdihama yol açmamak için biraz yavaştan aldım. Çünkü aramızda kadınlar çocuklar vardı. Daha kaçmaya fırsat bulmadan bir polis kolumdan yakaladı. İtiş kakış çekişme derken polisin elinden kurtulamadım. Benimle birlikte beş kişi daha yakalanmıştı. Biz altı kişiydik, demek bugün başıma gelecekler varmış, yazgı denilen şey buna denirmiş. Yakalanır yakalanmaz nispet olsun diye polisler etrafa korku ve gözdağı vermek amacıyla dayak faslına başladılar. Kafa, kaş göz demeden sürekli coplar kalkıp iniyordu. Arabanın içine kadar dayak işkence devam etti. Arkadaşlarımız OTDÜ öğrencisi Mehmet Emanet, İstanbul Üniversitesinde Nuri isminde bir öğrenci, Öğretmen Hasan Basri, basın yayın öğrencisi Hüseyin Şahin. Bir de Gaziantep’ten gelen adını anımsamadığım birisi vardı, biz ona halkacı diyorduk.
Karakolda şiddet daha çok arttı, gelen vuruyor, giden vuruyor, elimiz kelepçeli kimi tokat, kimi tekme atıyor, kimi de elindeki copla vuruyor, sanki o güne kadar birikmiş tüm kinlerini, hınçlarını bizden çıkarıyorlardı. Savcılık hükümet konağının içindeydi. Ara koridordan Savcılığa giderken memurların gözü önünde kimi küfrederek yumruk atıyor, kimi tekme atıyor, kimi de geçerken tokat atıyordu. Karşıdan gelenler karnımıza, yanımızdan geçenler böğrümüze, geriden gelenler de sırtımıza, artık hangimize denk gelirse vurup geçiyorlardı. Savcılığa girinceye dek küfür şiddet devam etti. Gören memurlar filim seyreder gibi işlerini güçlerini bırakmış seyrediyor öküzün trene baktığı gibi bize bakıyorlar, hiç kimse:
“Eli kelepçeli adamları neden dövüyorsunuz” demedi. Savcılığa çıktığımızda, bu kez savcı bizi haşlamaz mı? Ne eşkıyalığımız kaldı, ne anarşistliğimiz kaldı. Ne asiliğimiz kaldı, ağzına geleni söyleyerek ifademizi aldı. Mahkemeye sevk etti. Mahkemeye giderken ağıza alınmayacak küfürlerle dayak faslı başladı koridor boyunca devam etti. Mahkeme salonunda bile, polisler, yapmadığımız şeyleri yaptı diye gösterdiler. Söylemediğimiz şeyleri söyledi diye üstümüzde ifade verdiler. Mahkeme, bizi Toplantı ve Gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefetten cezaevine gönderdi. Ertesi gün bir doktor geldi. Bizi soydu sırtlarımızdaki cop izlerine, başımızdaki şişlere baktı, hepimizin vücudu yara bere içindeydi. Doktor iyi bir rapor vermişti, polisler hakkında ne gibi bir işlem yapıldı, yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz. Siyasi mahkûm olduğumuz için bizi kapalı bir hücreye attılar. Güneşe maviye yıldızlara karşı içimizde bir hasretlik başlamıştı. Mapushane demir kapı dört kalın duvar vız gelir, ama alnımda korkunç acıların cenderesi çatlamasa. Orada neler olmuyor ki, zindan zindan içinde çileler yeni çilelerle doluyor, tadına doyum olmaz acılıkta türkü sesleriyle birlikte anamın ağabeyimin ve çocukların görüntüsü gözlerimin önüne geliyordu. Mapushanenin karanlık geceleri buz gibi soğuk betonları, düşlerimizi düşüncelerimizi hayallerimizi obur gibi yutuyordu. Düşlerle düşünceler gardiyanların kapkara karanlık ruhları bana cehennemin zebanilerini anımsatıyordu. Kendimi dinledim, benim de içimden yepyeni karanlıklarla ilk genç acılar uluyordu. Acaba cehennem dedikleri yer böyle bir yer miydi? İnsanlara göç açtırmayan kapısında gardiyanlara benzeyen zebanilerin beklediği demir kapılı bir yer miydi? Tam dört ay cezaevinin karanlık gecelerinde zebanilerle geçti günlerimiz. Cezaevine girişimizden birkaç gün sonra annem ziyaretime geldi. Kırgın ve üzgün olduğunu gördüm, aynı hüzün yüreğime bir hançer gibi saplandı. Gözleri kızarmış, belli ki ağlamıştı, başındaki poşuyla yarı yüzünü kapatarak hücre deliğinin arkasında durdu, beni şöyle bir süzdü, bir bakış fırlattı, bir şey söylemedi, bazen bir bakış birçok sözden daha etkili olabiliyordu. Annem sadece “Nasılsın?” diyebildi, daha fazla bir şey diyemedi, o an ben de çok duygulandım, ağlamak geldi içimden ama kendimi zor tuttum. Ancak “İyiyim” diyebildim. Dolu olduğunu biliyordum. Daha fazla dayanamadı, Allah ısmarladık demeden gözündeki yaşlarla geri döndü gitti. Biliyorum giderken de ağlayacaktı.
Sevgili anacığım başımızdaki acılar yetmiyormuş gibi, acıların en büyüğünü ben sana yaşatmıştım. Bilemem beni affedecek misin?
Bir 1 kişi görseli olabilir
Tüm ifadeler:
Ali Çağlar Çelikcan, Ismail Yüksel ve 13 diğer kişi