TANRI, GÜÇ VE
SAVAŞ – MODERN ZAMANLARIN ELEŞTİRİSİ
Hani insanlık sürekli daha iyiye, daha güzele, daha
mutlu bir çağa doğru ilerleyecekti?
Hani dünyada
savaşların olmadığı, sömürgeciliğin kalktığı, açlığın, yoksulluğun silindiği
bir yeryüzü cenneti kurulacaktı?
Hani bilim,
felsefe, siyaset ve sanat, büyük insanlığın düşlerini uzak yıldızlara
taşıyacaktı?
Nâzım
Hikmet’in dizelerinde sorduğu gibi:
“Kendi
kendimizle yarıştaydık,
Ya ölü yıldızlara hayatı götürecektik,
Ya dünyamıza inecekti ölüm.”
Oluyordu...
Olduramadık.
Bu seferlik başaramadık.
Olsun — ilk yenilgimiz değil ki! Yeter ki sonuncusu olsun!
Afrikalı düşünür Jomo Kenyatta, Batı’nın Afrika’ya
girişini şöyle anlatır:
“Hristiyanlar
ülkemize geldiklerinde, toprak bizimdi. Onların ellerinde İncil vardı.
Gözlerimizi kapatıp dua etmemizi istediler.
Gözlerimizi açtığımızda, toprak artık onların olmuştu; elimizde sadece İncil
kalmıştı.”
Bu kısa
hikâye, modern sömürgeciliğin özeti gibidir.
Bugün de benzer hikâyeler yaşanıyor.
George W.
Bush, zafer konuşmasında şöyle demişti:
“Tanrıdan bana vahiy geldi.”
Ve bu
sözlerin arkasından, Afganistan ve Irak’a bombalar yağdırıldı.
Petroller ve enerji kaynakları uğruna ülkeler kan gölüne çevrildi.
Milyonlarca insanın yaşamı yerle bir edildi.
Aynı dönemde
Türkiye'de bir milletvekili şu sözleri sarf etti:
“Sizin
Allah’ınız varsa, bizim de Erdoğan’ımız var!
Tanrı’nın tüm vasıflarını üzerinde toplayan bir liderimiz var!”
George W.
Bush ile el ele verilen bu karanlık ittifak, 1 Mart tezkeresini geçirmeye
çalıştı.
Bu tezkere geçmediğinde üzüntüden saçını başını yolan “Müslüman” vekillerin
gözleri kararırken, insanlık bir kez daha savaşa tanrısal gerekçeler bulma
utancıyla karşı karşıya kaldı.
Peki, Tanrı
gerçekten barıştan yana mı?
Barıştan
yana olsaydı, insanlığa böyle bir yazgı yazar mıydı?
Batı’ya, güçlüye, büyük imparatorluklara mı bırakırdı adaleti?
Tanrı
gerçekten, Cengiz Han’a, Sezar’a, Büyük Britanya’ya, Amerika’ya mı vekâlet
verdi?
Yoksa bu kanlı miras, “Tanrı adına” hareket ettiğini söyleyenlerin icadı mıydı?
II. Dünya
Savaşı’nda Nazilere karşı saf tutan insanlık, Hiroşima ve Nagazaki’de atom
bombası dehşetiyle tanıştı.
Bugün ise Gazze’de, Filistin’de aynı dehşet yaşanıyor.
O hâlde
insanlık ne yapmalı?
Kendimizi
Latin Amerika halkları gibi hissetmeliyiz.
Afrikalı gibi düşünmeli, Afgan, Iraklı, Suriyeli, Gazzeli gibi hissetmeliyiz.
Yani insan gibi…
Bizi yutmak isteyen kapitalizme, mahvetmek isteyen emperyalizme karşı
direnmeliyiz.
Bu artık kutsal bir görevdir.
Amerika
Birleşik Devletleri, uçaklarıyla, gemileriyle, bombalarıyla geliyor.
Ama biz de edebiyatımızla, sanatımızla, vicdanımızla karşısına dikilmeliyiz.
Çünkü savaş
yıkarsa, sanat inşa eder.
Çünkü savaş öldürürse, edebiyat yaşatır.
Çünkü savaş susturursa, şiir konuşturur.
Francis
Bacon şöyle demişti:
“Sanat, dünyaya
eklenen insandır.”
Albert Camus
bunu tamamlar:
“Sanat,
zorbalığa karşıdır.”
Friedrich
Schiller seslenir:
“Ey insan!
Sanat yalnız senindir!”
Maksim Gorki
ise şöyle der:
“Sanat artık
bir şey uğruna ya da bir şeye karşı bir savaştır.”
Ve Pablo
Neruda haykırır:
“Biz
şairler, nefretten nefret ederiz. Savaşa karşı savaşırız!”
Çünkü
savaşın karşısında durmak; yaşamı, insanı ve geleceği savunmaktır.
Çünkü sanat, bilimle birlikte insanın yaşam arayışındaki en büyük ışıktır.
İnsanlık
tarihi boyunca ezilenlerle ezenler, mazlumlarla zalimler, aydınlıkla karanlık,
barışla savaş çatıştı.
Bu tarih, aynı zamanda barbarlığın tarihidir.
Ama her savaşta bir halk yeniden doğdu.
Ve Pablo Neruda’nın dizeleriyle haykırdı:
“Burada
şarkı söyleyen bir halk bulmuşlardı,
Sevda ve yükümlülükle birleşmiş bir halk…
Ve düştü incecik kız, bayrağıyla birlikte.
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.”
SAVAŞIN TARİHSEL VE KÜLTÜREL
ELEŞTİRİSİ
Savaş, bir
yok etme aracıdır. Komutla adam öldürmenin, doğayı yakıp yıkmanın başka bir
adıdır. Tarih boyunca hep vardı, hâlâ var. Tarihin egemeni oldu çoğu zaman.
Çünkü savaş; insanlar arasındaki güç ve çıkar çatışmalarının en azgın, en vahşi
biçimidir. Sorunları barışla değil, kaba kuvvetle çözme yoludur.
İlk savaş,
Habil ile Kabil arasında çıktı. Oysa dünyada sadece iki insandılar. Ama yine de
bu küçücük dünyaya sığamadılar. Anlaşamadılar. Kabil, kardeşi Habil’i öldürdü.
İnsanlık tarihinin ilk kanı, bir kardeşin diğerini öldürmesiyle aktı.
Ve ne yazık ki, o günden bu yana durmadan akıyor.
Pablo Neruda,
bu gerçeği şu çarpıcı dizelerle dile getirir:
“Haydutlar,
uçakları ve Mağriplileriyle,
Haydutlar, yüzükleri ve düşesleriyle,
Kara cüppeli papazlarıyla indiler gökten
Çocukları katletmeye.
Ve çocuk kanına boyadılar sokakları.
Gelin de görün kanı
Sokaklarda akan.”
Savaşın
insana ve yaşama karşı olduğu açıktır. Özgürlüğün, vicdanın, onurun düşmanıdır.
Savaş sadece fiziksel değil, aynı zamanda kültürel ve politik bir yıkımdır. Bir
iktidar biçimidir; bir dünya görüşüdür.
Savaşın
sebepleri bazen ırksal, bazen dinsel gösterilir. Ama gerçek sebep çoğunlukla
çıkar çatışmasıdır. Dinler, bilim adamları, insanları öldürmenin kötü olduğunu
öğretir. Ancak sıra savaşa gelince, bu öğütler tersine döner. İnsanlar askere
alınır, öldürmek kutsal sayılır.
Bu büyük
çelişki, savaşın insan vicdanını yaraladığını gösterir. O yüzden denilebilir
ki:
“Dünyanın en iyi insanları savaştan nefret edenlerdir. En kötüleri ise
savaşı sevenler...”
Aziz Nesin
de şöyle sormamış mıydı?
“Niçin
savaş? Kimlerin yararına? Sonunda kazanan kim?”
Devletler,
parlamentolar, yönetenler, halklar, sanatçılar ve aydınlar... Herkes savaşın
yıkıcılığını bilir, ama yine de savaşlar çıkar. Savaş, insanlığın en bulaşıcı
ve en öldürücü hastalığıdır. Bir yıkım ve yok oluş aracıdır. Bu nedenle herkes
savaşları lanetlemekte, barışı özlemektedir.
Ancak bilim
ve teknoloji, insanlığa hizmet etmeye başlamadan önce, savaşlar sürecek. Silah
tüccarları kâr hırsından vazgeçmedikçe, yeni savaşlar çıkarılacak. Depolanan
silahlar bir gün mutlaka kullanılacak, yeni teknolojiler test edilecektir.
Çünkü silahların varlığı, savaşı davet eder.
Filistinli
şair Semih el-Kasım, bu karanlığa karşı direnişi yücelterek şöyle seslenir:
“Bizim
doğduğumuz gün
Direniş de doğdu.
Sevin gökyüzü!
Biz buradayız, için rahat olsun.
Sevin yeryüzü!”
Filistinli
Salim Jabarin’in şiirinde ise savaşın yıkımına şu çığlıkla yanıt verilir:
“Hangi halkı
parçalamıştır tarih,
Parçaladığı kadar benim halkımı?”
Bertholt
Brecht, her savaşın ardından üç ordu kaldığını söyler:
“Ölüler
ordusu,
Yas tutanlar ordusu,
Hırsızlar ordusu.”
Evet, savaş
naraları atanlara karşı yazarlar, edebiyatçılar, şairler yazılarıyla haykırmak
zorundadır.
Bir daha olmasın Hiroşima! Bir daha olmasın Nagazaki! Bir daha olmasın
Irak, Bir daha olmasın Suriye, Bir daha
olmasın Gazze…
İnsanlar ve
doğa ölmesin. Emperyalizm, silahlarıyla dünyayı teslim almasın.
Savaş, insanlığa yakışmaz.
Bunu söyleyen romanlar dilden dile, elden ele dolaşmalı.
Edebiyat, evrensel bir çığlık ve umut yolu olmalı
EDEBİYATIN BARIŞ ARAYIŞI
Edebiyat,
insanlığın en büyük ütopyası olan barışı her zaman aradı. Kalemin gücüyle
savaşlara karşı durdu, insanlığı vicdanla yüzleştirdi. Sanatçılar, yazarlar,
şairler savaş karşıtı düşüncelerini eserlerine yansıttılar, barış için
haykırdılar.
Mihail
Şolohov’un sözleri, nükleer yıkım tehlikesine dikkat çeker:
“Barışın
düşmanları, aklın sesine kulak vermek istemiyorlar. Her yeri bir anda sararak,
dünya üzerindeki tüm yaşamı yok edecek nükleer alevlerin üzerine hâlâ benzin
dökmeye devam ediyorlar.”
Paul Eluard,
insanlığın doğasına barışı yerleştirir:
“Barış,
insanlığın asıl yasasıdır, dememiş miydi?”
Victor Hugo,
barışın değerini şöyle özetler:
“Barış, her
şeyi hazmeden mutluluktur.”
Bertolt
Brecht umutla seslenir:
“Bir gün
gelecek, ‘Oh!’ diyecek insanoğlu. Silahları bırakın, artık ihtiyaç kalmadı.”
Bu sözlerin
her biri, savaşın insanlığa verdiği zararı işaret ederken; barışın
gerekliliğini ve kaçınılmazlığını savunur. Kalbimizi sıkan endişelere rağmen
umutsuzluğa düşmeden, cesaretle savaşın karşısında durmak gerekir. Cengiz
Aytmatov’un dediği gibi, bu görev öncelikle kültür yaratıcılarına düşer:
“Korku
değil, cesaretle savaşın karşısına dikilmek zorundayız. Tüm kültür
yaratıcılarının en büyük görevlerinden biri budur.”
Lev Tolstoy
ise bu mücadeleyi şu şekilde dile getirir:
“İnsan, savaş
gibi inanmadığı bir şey uğruna acı çekeceğine; barış gibi inandığı bir dava
uğruna ölse daha iyi değil mi? Savaş için direnmeden verdiğimiz kurbanları,
barış için de vermeye hazır olmalıyız.”
Edebiyat;
şiirle, romanla, tiyatroyla, müzikle, sinemayla, heykelle barışın tarafında
oldu. İnsanlık tarihine bu uğurda armağanlar sundu.
Pablo
Neruda, bu mücadeleyi dizelerine dökerken şöyle haykırır:
“Savaşa ait
ne varsa, savaşı da alıp gitsin! Biz şairler, nefretten nefret ederiz ve savaşa
karşı savaşırız.”
AYDINLARIN VE SANATÇILARIN
SORUMLULUĞU
Savaş neden çıkar? Kimlerin işine yarar? Kazananı
kimdir?
Bu soruları
sormakta geç kalmamalı. Barış için de savaş için de ilk kuşkuyu dile getirmesi
gerekenler aydınlardır. Ve aydınların önünde yürüyenler; sanatçılar, yazarlar,
edebiyatçılardır. Çünkü tarih boyunca hep böyle olmuştur.
Jean-Paul
Sartre bir uyarıda bulunur:
“Savaşlar
önlenmezse, silahlanma teknolojisindeki hızlı gelişmeler, insanlığın kendi
kendini yok etmesiyle sonuçlanacaktır.”
Charlie
Chaplin'in "Büyük Diktatör" filminde attığı çığlık hâlâ yankılanır:
“Bir kişiyi
öldürürsen katil, milyonlarca insanı öldürürsen kahraman olursun!”
Savaş
filmleri boşuna mı çekildi? Savaş romanları neden yazıldı? Şairler barış için
şiirlerini neden haykırdı? Bunlar sadece kitap sayfalarında mı kaldı?
Hayır.
Barış
çağrısı, insanın kalbine, zihnine, sokaklara, meydanlara yayıldı. Barış
şarkıları söylendi. Ancak artık ne kitaplar, ne şarkılar yeterli geliyor. Çünkü
günümüzde insanlığın kaderine insanlar değil; teknolojiler, silahlar, füzeler,
bombalar karar veriyor.
Bugün
savaşlar; doğayı, kültürleri, insan yaşamını hoyratça, pervasızca yok ediyor.
Oysa barış
için yazılan her roman, barış için söylenen her şiir, bir umuttur. Bir
çığlıktır. Yürekle, vicdanla, insanın özüyle fısıldar:
“Savaşa
hayır!”
Savaşın ve
ölümün karşısında, Troya’dan bugüne yazılmış tüm savaş öyküleri aslında barış
içindi.
Peki neye yaradı? Achilleus’u, Paris’i, Helena’yı, Agamemnon’u niçin okuduk?
İlyada'yı okumanın hâlâ bir anlamı varsa, Homeros’un yaşaması da boşuna
değildir.
Yok eğer bir
anlamı kalmadıysa, o hâlde “sanatın ölümsüzleştirme gücü” de bir yalandan mı
ibarettir?
İnsanlık,
tarih boyunca binlerce savaştan sonra yine savaşa mı dönmüştür?
Bugünün
dünyasında artık kimsenin barışa sağır olma hakkı yoktur.
Nâzım Hikmet
şöyle der:
“Kendi kendimizle yarıştayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya dünyamıza inecek ölüm.”
Can Yücel,
“Bayramlık Şiir”inde ince bir sitemle seslenir:
“Koyunlar keçiler koçlar için/ Ne
kadar bayramsa kurban bayramı/
Barış var ya bu barış/ Cephedekiler için de o kadar barış.”
Metin
Demirtaş ise ayağa kalkmaya çağırır:
“Hadi
kalkın/ Bir şeyler yapalım bu savaşa/ Bir şeyler yapalım hadi kalkın!”
Ve
Einstein’ın uyarısı insanlık adına bir sorumluluk çağrısıdır:
“Ben yalnız
bir barışsever değil, bir barış savaşçısıyım. İnsanlar savaşa savaş açmadıkları
sürece, hiçbir şey savaşları ortadan kaldırmayacaktır.”
Nâzım’ın
özlemiyle tamamlayalım:
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçe sine bu hasret bizim.”